Halit KATKAT


12 Eylül Darbesinin 40 Yılı

Halit KATKAT


Son askeri darbenin 40. yılındayız. Türkiye hâlâ 12 Eylül Anayasası ile yönetiliyor. 

177 maddelik 12 Eylül Anayasası´nın üçte ikisi değişti, ama yönetim anlayışı hala yerli yerinde. Örneğin 12 Eylül´ün getirdiği Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) hala üniversitelerin üstünde Demokles´in kılıcı gibi duruyor. Özerk üniversite kavramı unutulmuş gibi görünüyor. Devletin başındaki yetkili 2000 akademisyeni kendi görüşünde değil diye bir gecede üniversiteden uzaklaştırabiliyor. 12 Eylül cuntasının askeri yönetime ortak etmek amacıyla getirdiği Milli Güvenlik Kurumu hala işlevini sürdürüyor.
12 Eylül darbesinin her yıl gazetelerde, basın yayın organlarında değerlendirmesi ve yargılaması yapılır. Yapılan değerlendirmelerde genellikle uygulamaları, yani yaptığı idamlar, işkenceler, hapisler, gözaltılar sayılıp dökülür. Elbette bunlar çok önemli. İnsanlar çok acılar çekti. Ben de o dönemde gözaltına alınanlardan ve acı çekmiş biri olarak darbecileri ve darbeyi lanetliyorum. Unutmayalım ki bu yapılanları sayıp dökmek egemen sınıfların tavrında zerre kadar değişiklik yapmaz. Bu onların doğasında var. Her yıl bu yapılanların tekrarı ve lanetlenmesi darbeleri engeller mi? Darbeleri askerler kendi isteği ile mi yaparlar? Darbeden sonra kimin ne söylediğine bakalım: İşverenler sendikası Başkanı Halit Narin “şimdiye kadar işçiler güldü, bundan sonra biz güleceğiz”. Vehbi Koç “sendikalar isteklerinde çok ileri gittiler”. Ve Darbenin başı Kenan Evren “şimdi bize karşı görünenlerin birçoğu o zaman geldiler bize yalvardılar idareye el koyun diye.” Şimdi bu söylenenlere ve kimin işine yaradığına bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki darbeyi Kenan Evren kendi başına ya da beş arkadaşı ile karar vererek yapmadı. Nitekim ABD´nin “Türkiye´de yönetime bizim çocuklar el koydu” demesi de olayın uluslararası boyutunu gösteriyor.
Darbeyi kim neden yapar? Devleti yöneten sınıflar burjuva demokratik yollarla yönetmekten acze düştükleri durumlarda askeri, faşist yöntemlere başvururlar. Lenin bu durumu şöyle açıklıyor “iktidardaki egemen sınıflar, iktidarlarını sürdürmek için iki şeye ihtiyaç duyarlar; biri papazın rolü diğeri celladın rolü. Yani papaz vaazlarıyla halkı uyutmaya çalışacak, eğer bu yeterli olmazsa gelsin cellat. Burada 12 Eylül askeri darbesi celladın rolünü üstlendi. Papazın rolü içinde darbeden sonra türeyen tarikatlar, eğitim sisteminde dinin kullanılması vb sayılabilir.
6 Kasım 1983´te tek başına iktidara gelen ANAP, özellikle ekonomi politikalarının sürdürücüsü oldu. Turgut Özal, 12 Eylül öncesinin başbakanlık müsteşarı olarak 24 Ocak Kararları´nın mimarlığını üstlendi. Aynı Özal, 12 Eylül hükümetinin başbakan yardımcısıydı. 1983´ten itibaren de Başbakan´dı. ANAP´ın yarım bıraktığını AKP tamamladı. ANAP, 8 milyar dolarlık özelleştirme yaptı; AKP ise 72 milyar dolar. Genel toplamda AKP döneminde Türkiye´ye 1 trilyon dolar girdi, 3 trilyon dolar çıktı.
Böyle bir iktidarı hangi çok uluslu şirket (ÇUŞ) istemez!
Sermaye sınıfı uluslararası tekellerin desteği ile darbe yaparken peki işçi ve emekçi sınıflar neredeydi? Yine buna yanıt ararken Kenan Evren´in şu sözüne kulak verelim: “Biz yönetime ilk geldiğimizde önce korktuk, işçiler grev yapacak diye…” Darbe lideri korkuyor, ama işçinin önünde ona liderlik yapanlardan ses çıkmıyor. Bir 15-16 Haziran direnişi yapmış işçi sınıfı darbe yapılırken sesi çıkmıyor. Sonra da birçok kazanılmış hakkını kaybediyor. Burada sendikaların başında bulunan sendika ağalarının burjuvazinin seçimlerine ve yargı sistemine fazlasıyla bel bağlaması ve işçilere güvenmemesinin rolü büyük. Sendikalar işçi ve emekçilere hep meydanları mücadele alanı olarak gösterdiler. Kutlamalar, basın açıklamaları için işçi ve emekçileri hep meydanlara çağırdılar. Halbuki meydanlar sermaye sınıfının kolayca zapturapt altına alabileceği yerlerdi. Ve öyle oldu. Daha sonra ve şimdi de bir basın açıklaması bile iktidar istemese yapılamıyor. Esas olarak sermaye ve işçi sınıfının kapıştığı alan üretim alanlarıdır. İşçi sınıfı sermaye ile üretim alanlarında karşılaşmadan kalıcı kazanım elde edemezler, darbeleri önleyemezler. Bugün ayrı sendika konfederasyonları olarak işçi sınıfının parçalanmışlığına ve güçsüzleşmesine neden olan sendika bürokrasisi de darbelerin ve darbe hukukunun sürmesinden sorumludur.