Recep YILDIRIM


6 ŞUBAT

Recep YILDIRIM


           “Göç öykümüz yok. Arkeolojik katmanlar var insanlarımızda. Dedelerimiz birkaç dille konuşuyor. Ninelerimiz Arapça konuşuyor. Dedelerimiz, sütunlu mabetlerimiz, meslek tanrılarımız. Babalarımız, meslek yalvaçları. Annelerimizin belleği ördükleri hasırlarda kaldı. Biz çocuklar, son çömleğin içindeki şaraptan tattık. Çömleği parçalayıp attık.

           Göç öykümüz yok. Buradayız. Ruhumuz azapta, ruhumuz göçte. Renksizliğe, belirsizliğe, kimliksizliğe yol alıyor.
           Yedi kere yıkılıp mamur olan Antakya, sekizinci kere de yıkılacak. Topraktan bize dair şeyler fışkıracak. Çocukların oynayamayacağı şeyler; uzak durun denilecek şeyler. Bize dair katman zehirli olacak, karantinaya alınacak. Bakır, silikon, plastik külçelerini Habib Neccar’ın karşısına yığacak Hacı Kürüş Deresi. Cehennem Kayıkçısı Kharon tarihsiz yaşayan bu katmana lanetler yağdıracak.”

           2016 yılında Aalen Antakya Kültür Derneğinin Türkiye Yazarlar Sendikası binasındaki etkinliğe konuşmacı olarak davet edildim. Girişteki metni konuşma taslağı olarak hazırlıyordum. Kızım, Alaz, gelip okudu metni. “Baba, çok kötümser bir metin, insanlara hiç iyilik, umut vadetmiyor, ne olur yapma bu konuşmayı” dedi. Kızımın edebiyat duyarlılığına güvenirdim. Metni temize bile çekmeden bir defterin arasına sıkıştırdım. 

          6 Şubat, 04.17

           Depremle uyandık. Sadece sarsıntı değildi; doğa, bizi halı silkeler gibi silkeliyordu. Ev dayandı. Birkaç kavanoz devrildi sadece. Hemen telefonlara sarıldık. Telefonlara cevap yok. Dışarı çıktık. Her yandan çığlıklar geliyordu. Korkunç bir uğultu, müthiş bir soğuk. Kızım yakında oturuyor. Adliye sarayının karşısında. Oraya gitmeye çalışıyorum. Yıkılan binaların arasında slalom yapıyorum. 

          Apartmanları göçmüştü. Bina hem öne doğru hem yan yola doğru çökmüş, yolu aşarak yan taraftaki düğün salonu ve banka şubesinin altına kaymıştı. Bankanın, arabaların kulakları sağır eden alarmı, görüntünün korkunçluğunu artırıyordu. Son gücümle sesleniyorum: Alaz…Alazz 

          Telefonlar çalışmıyor. İtfaiyeyi arıyorum, ulaşamıyorum. AFAD’ı arıyorum, ulaşamıyorum. Beni arayanların sesini duyuyorum ama sesim gitmiyor. Kıstırılmışlık duygusu, çaresizlik duygusu; yavrumun üzerinden ne ağırlık alsam kâr düşüncesiyle gücümün yettiğince molozları alıp alıp aşağı atıyorum. Binanın kirişleri neredeyse bir metre kalınlığında, bir tek kolon bile ayakta kalmamış. Bina yukarıdan aşağıya preslenmiş gibi.

           Kardeşim geldi, evi yıkılmış, biz çıktık çok şükür diyor. O da moloz kaldırmaya başlıyor çıplak elle. İlk, adının Muhsin olduğunu sonradan öğrendiğim bir genç çıktı yıkıntının içinden. Galiba kaburgaları kırık ama umursamıyor, ailesine sesleniyor, eliyle kazmaya çalışıyor. Hemen sonra binanın en tepesinden, tuvalet penceresinden Suriyeli Muhammed’i çıkardık. Ayağı yaralı, ayağını sarıyorum. Acıyı hissetmiyor. O da Muhsin gibi hem ailesine sesleniyor hem elleriyle kazıyor.

           13.30’da bir depremi daha yaşıyoruz. Binalar gözümüzün önünde göçüyor. Yardım yok, arama kurtarma timleri yok. Haberler geliyor: Kızım AFAD’ı aramış, damadım aramış… Umutlanıyoruz. Umuda o kadar çok ihtiyacımız var ki… Gece bastırıyor. Çok soğuk, ardından buz gibi bir yağmur… Limandaki yangının kara bulutları her tarafı sarıyor.

           Devlet yok. Devlet benim diyorum. Yağmurun altında göçüğe gidip gidip sesleniyorum: “Seni oradan çıkaracağım yavrum!”

           Gecenin ilerleyen saatlerinde altı kişilik bir arama kurtarma timi geliyor. Yelekleri, eldivenleri ve tepe lambalarının dışında hiçbir donanıma sahip değiller. Belli ki üniversiteden-hevesli- bir grup. Kızımın kedisini buluyorlar, Monika bana titreyerek sarılıyor.

           …devlet dersinde öldürülmüştür… Bu dize beynimde dolanıp duruyor.

           Tanıdığım, bildiğim kim varsa sms yolluyorum: vinç, spiral, kırıcı, delici, jeneratör, projektör; balyoz, kazma, kürek, kova, sapan halatı, sapan zinciri…

           İkinci günün sabahı. Muhammed yardım gelmeyecek diyor, bildiğim bir yer var, kırıcı da var orada, balyoz da. Gözünü kısışından şüphelenerek: Verirler mi, çalacak mıyız diye soruyorum. O da bana göçüğü göstererek ölsünler mi diyor. Arabayla tarif ettiği yere gidiyoruz. Sahipleri deponun başında. İstemeye bile gerek kalmadan ne lazımsa alın diyorlar. Arabanın bagajını doldurup enkaza dönüyoruz. 

          Daha ilk günden yağma çeteleriyle savaşıyoruz. Polis yok, asker yok. Bir teğmen geliyor, yanındaki dört asker iki koli taşıyor. Çocuk bezi lazımsa alın koliden diyor. Şaka mı bu? Ellerini çaresizliğini anlatmak için iki yana açıyor.

           …ah ki oğlumun emeğini eline verdiler… dizesi saplanıyor bu kez beynime. Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı adlı şiirindeki en somut dize. Çocukken kolunu hızara kaptıran arkadaşım geliyor aklıma. Patronu geçmiş olsuna gelmiş, annesinin avucuna “oğlunun emeği” deyip on dört lira saymıştı.

           Kızım hakimlik savcılık sınavını çok iyi derecelerle iki kez kazanmış, yedi sekiz saniye sürdüğünü söylediği mülakatlarda elenmişti. En son yine yüksek bir puanla arabuluculuk sınavını kazandı ve büro açmayı düşünüyordu.

           Üçüncü gün… Seyhan Belediyesi, Barolar Birliği, tanıdığım iş adamları vincinden jeneratörüne, onlarca kırıcı deliciden her türlü el aletine kadar enkaza yığdılar. AFAD, AKUT, yeğenlerim, arkadaşlarım var güçleriyle çalışıyorlardı.

            Dördüncü gün… Kızımın ve damadımın yatak odasına ulaşıldı. 
           Ah ki emeğimi elime verdiler
           Bir battaniye içinde, cansız
           Bir köy mezarlığına gömdük; yeşil, ıssız…