Leman GÖÇMEN


Apostoli Zirek

Ben bugüne kadar O´na olan sevgimi ve minnettarlığımı neden yazmadım, yazamadım? Nurlar içinde yatsın.


O bir Hıristiyan ailenin, hem de bir papazın oğluydu. Babam da Müslüman bir babanın, bir Osmanlı yüzbaşısının oğluydu. İskenderun´da aynı yıllarda dünyaya gelmiş, kardeşten öte kader arkadaşı, iyi günde, kötü günde hep bir arada olmuşlar.
O benim amcamdı. Onu tanıdığım günden itibaren aynen babamın bana bakan sevgi dolu gözlerin bakışını bulurdum. Kendisinin çocuğu olmamıştı. Maddi manevi ne zaman bir sıkıntım olsa ona açar, dertleşirdim. Bilhassa babamın ölümünden sonra yaptığımız bütün inşaatlarda malzeme ve usta seçimini kendisi yapmış, beni ve eşimi yönlendirmiş, bizlere hiçbir sıkıntı çektirmemişti. Pek çok gayrimenkulün sahibi olduğundan doğal bir müteahhitti sanki.
1968 ara seçiminden sonra eşimle kendisi belediye meclis seçimini kazanmışlardı. 7 yıl beraberce komisyonlarda görev almışlar, mesai yapmışlardı. O gelmese bile ben onu telefonda arar, sevdiği yemekleri yapmış olurdum, davet ederdim. Sık sık Plaj Restoran´a gelir, patron masasının arolmadıasında babamın asılı duran fotoğrafının önünde durup dalgın bakışlarla babamı seyreder, hüzünlü gözlerle oradan uzaklaşırdı.
Babam tek çocuk olduğundan ne amcamız ne de candan bir akrabamız vardı. Olanlardan da pek sevgi ve ilgi görmemiştik. Şimdi düşünüyorum da o zaman bildiğim gibi gene de benim ve ailemiz için Apostoli Amcam eşi bulunmaz bir insanlık örneğiymiş.
O yıllarda sahildeki Palmiye Apartmanından bir ev almak istemiştim. Müteahhidi Adana´dan geldiği için işçileri de Adana´dan getirilmişti. İşçilerinin yemek işlerini bizim lokantadan temin ediyorlardı. Dolayısıyla tanışmış olduk. Ve o zaman ikinci kattaki bir daire için anlaştık. Ancak kaderin kötü bir cilvesi diyeceğim; aile içindeki bazı olaylardan dolayı ben o evi alamadım. Müteahhidin ısrarına, ödemede zorluk çektirmeyeceğine söz vermesine rağmen olmadı, olamadı. Amcam bunların pek çoğuna şahit olmuştu.
Yalnız olduğum bir gün, ‘Gel kızım seni bir yere götüreceğim´ demişti. Bir faytona binip Sahilevler´deki kaymakamlık lojmanının bitişiğindeki bir binaya çıktık. Yüksek katlardan bir daireye girdik. “Bak kızım” dedi. “O daireyi almak istedin, ama kısmet olmadı. Burası benim. Elimde sadece bu daire kaldı. Bak, beğenirsen sana burayı vereyim” dedi. Ev arka planda iyi bir evdi. Ancak bizim çeşitli sebeplerden alma gücümüz yoktu. “Sağol amca” dedim. “Burası biraz karanlık. Ben daha aydınlık, daha güzel bir yer istemiştim” dedim. Maksadım onu incitmek değildi. Ben ‘istiyorum´ desem, ödemede zorluk çekersem, onun yaptığı bütün iyiliklerin altından kalkamam ve ezilirim düşüncesi bir anda beni bu güzel fırsatı kaçırmama sebep oldu. Buna kısmet diyemiyorum. Zaman zaman akıllıyım diye geçinirim ama, sıfır akıllıymışım. Fakat çok kısa bir süre sonra sıcaklardan annem de ben de çok yakınır olduk ve bir yazlık ev düşünmeye başladık. Annem Soğukoluk rutubetli olduğu için hiç sevmemişti. Belen de çok kalabalık, istemiyorduk.
1943 yılıydı… küçük erkek kardeşimin, bütün vücudu o dönemin kan çıbanı dediğimiz çıbanlarla doldu. Doktor, ‘bunu derhal bir yaylaya götürün´ demişti. Biz amcamın eşi Madam Mari´nin Nergizlik´teki evinde bir buçuk aylık bir yayla yapmıştık. Annem, köy olduğu için orasını çok sevmişti. Hemen yine aklıma amcam geldi. Telefon edip, “Amca, Nergizlik´ten bize bir ev bul, ucuz-pahalı…” Ödeyebileceğimizi düşünmüştüm. “Evyah, Havaca İlyas Raad´ın evini geçen hafta söz verdik” dedi. Ben de aynen babama şımardığım gibi biraz sertçe, “Ben anlamam amca. Ben orayı istiyorum” dedim. Gözleri gülerek, “Leğama, leğama kızma” dedi. 15 gün sonra “Hazır olun, evi size bitirdim” dedi. Ve bizim sanırım 22 sene oturduğumuz, en güzel meyvelerle donanmış, ama bakımsız kalmış bir bahçeydi. Ev derseniz hiç yoktu, yıkılmıştı. Biz o yıl Soğukoluk´a yaylaya çıktık, orayı da tamire başladık. Mutlu-mutsuz o kadar yıl orada ömür geçirdik. Annem bilhassa tavuklar besledi, toprakla uğraştı; hatta bir keçi bile aldı. Gün geldi Plaj Lokantası´nı kapattıktan sonra işsiz kaldık. Maddi sıkıntı içiresine düştük. Ve ben orada 5 yıl süren bir mantı lokantası açtım. Çok ilgi gördü, çok tutuldu. Hafta sonları evimizin önü, lokantanın önü arabadan geçilmez olurdu.
Bu yıllar içinde ne yazık ki amcamı da kaybetmiştik. Onun iyi ruhu burada da bana yetişmiş, bize bir ekmek kapısı olmuştu.
Çok aramama rağmen eski resimler arasından çekildiğimiz fotoğraflardan biri bile bulamadım. Sağolsun yeğeninin eşi Mişel Huri de bakacağına sözvermişti. Ondan da bir haber alamadığım için fotoğrafsız bir yazı oldu. Duygularımı anlatabildiysem çok mutluyum.
Bir şey söylemeden geçemeyeceğim. Bir şömine istemiştim ve ondan rica etmiştim. “Bana buranın en iyi baca ustasını bul, tütmeyen bir baca yapsın, şöminem hiç tütmesin” demiştim. Ustayı da bana getirmişti: “Usta bu, başbaşa anlaşın” demişti. Ben de ustadan rica ettim, “Usta yeri burası. Ne masraf gerekiyorsa sakınmadan yap. Kalıcı bir şey olsun” demiştim. Bittikten sonra evimizi hayırlamaya gelen bir arkadaşımıza o gece zevkle şömineyi yaktık. Bir anda evin içi duman doldu. Ama nasıl bir duman… püskürüyordu. Hemen söndürdük. Bir yerde bir hata vardı. Ustaya haber gönderdik. Geldi, gösterdik. “Benim koyduğum künklerin aynı şekilde yukarıya kadar çıkması lazımdı. Ama ustalar kolayına kaçmış, küçük künk koymuşlar. Dolayısıyla duman küçük künkten çıkmaz” demişti. Ne yazık ki ben bunu amcama söyleyemedim bile. Kabahat onun değildi çünkü. Bizim iyi takip edemememizde ve işini bilmeyenlerin kabahatiydi.
Daha onunla ilgili pek çok anılarım var. Ama bir ömre sığanlar bazen yazılara sığmıyor. Ben buradan minnetlerimi ve rahmetlerimi gönderiyorum. Bir kez daha bu dünyanın bir başka dünyasında buluşmak imkanı varsa onu diliyorum.
Hoşçakalın.