Nurullah ER


Babam cumhuriyetle yaşıttı

NURULLAH ER


Babam Cumhuriyetle yaşıttı.

Resmi kayıtlarda nüfus cüzdanında doğumu, 01.07.1923 olarak geçer.
O günün koşullarında doğumu ne kadar gerçekçi olsa da O, Cumhuriyetle yaşıttır.
Öylesi bir tarih beni Kurtuluş Savaşı yıllarına ve Cumhuriyetin kuruluş yılına götürür.
Kuvay-ı Milliye askeri olan babasının evine dönüp, mavzerini ve fişekliğini evinin orta direğine astığı, Atatürk tarafından Cumhuriyetin ilanı için hazırlıkların yapıldığı günler…
Ülkenin küllerinden yeniden doğduğu, yorgun ve bitkin düştüğü, gözyaşı acılarının daha kurumadığı, hastalıkların, yoklukların, kıtlıkların yaşandığı yıllar…
Babası bir Osmanlı, kendisi Cumhuriyet´e doğmuştu. O yıllardan günümüze kadar ülkenin sosyal, siyasal, ekonomik yapısında yaşananlar yaşamını etkiler. Her dönem bir anı olarak kalır asırlık ömründe babamın.
Yedisinde kaybedince babasını yaşam mücadelesi içinde kendini bulur. Öyle oturup kalmak olmazdı. Öyle de yapar. Dul kalan annesi ve ağabeyi ile babasının günlerini aratmayacaktı. Öküzleri çifte koşacak, çobanla birlikte davar güdüp, koyun otlatacak, okur yazar olan çobandan okumayı yazmayı sökecektir o yaşta.
Doğduğu Andırın´ın dağları eşkıya kaynıyordu o yıllarda. Amcasının evini basan eşkiyaların işkence için amcasının ayak tabanlarının, kalçasının sıcak maşayla dağlanması için odun taşıyacak, ateşine üfleyecekti. Annesinin fesindeki mecidye altınlarının eşkiyalar tarafından sökülüp alınmasını görecek, asker takibinden kaçan eşkiyaların dağın yamacına kurduğu pusuyla bir manga askerin öldürülüşü değirmen yolunda gözünün önünde olacak. O yaşta bu yaşananlar korkularını büyüttükçe büyütüp, geceleri uyku tutmayacak gözleri.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında dört yıl sürer askerliği. Mardin´de jandarmalık yapar. Babam, bir Yaşar Kemal kadar Toroslar´daki eşkiyaları, Bekir Yıldız kadar da Güneydoğu´daki kaçakçılığı analatacak kadar görmüşlüğü ve bilmişliği vardı.
Her çocuk ilk önce annesinin ve babasının sesini tanır. Onlardan biri ömür boyu belleğinde yer eder. Benim babamın belleğimde yer eden ilk sesi, sabahleyin ahırda at yemlerken söylediği; “Odam kireç tutmuyor”, ardından “Uzun olur gemilerin direği” türküsü olmuştu.
O türküleri çok severdi. Çiftte çubukta, davarda söyler, ondan güç alır, moral bulurdu… İlk önce bataryalı bir radyosu ve gramofonu varmış. Ben çocukken pilli radyo ve pikap almıştı. Komşular akşam oturmasına bize radyo dinlemeye gelirlerdi. Nezahat Bayram, Muazzez Türünk, Nuri Sesigüzel, Neşat Ertaş… gibi halk müziği sanatçılarının türküleri sürekli dinlenirdi. Birde Kadirli´den, Maraş´tan aldığı, Köroğlu, Aşık Garip, Leyla ile Mecnun… gibi halk hikayesi kitapları okunurdu. Genelde bana okuttururlardı akşamları.
Menderes dönemini nefes aldığı yıllar olarak anlatırdı. Artık keçileri koyunları tahsildardan kaçırmaz, buğdayları kuyulara saklamaz, Tahsildar Nuri´yi evinde ağırlamaz olmuştu. O yıllar benim de ilk okula başladığım yıllardı. Birgün okuldan getirdiğim süt tozunu görünce alıp döktü. ‘Bizim keçilerimizin, koyunlarımızın sütüne nice olmuş da böylesi kokar sütü size içiriyorlar, bunlar hastalık yayar´ diyerek kızmıştı. Karakılçık buğdayın kayboluşuna hayıflanırdı, Meksika buğdayından verim fazla alsa da. Bir de Kore´ye gönderilen askerleri konuşurdu. Atatürk olsaydı bunlar yaşanmazdı. “Bunlara yuların ucunu kaptırmayacaksın. Alır bir uçurumun başına götürürler sonra. Bu milletin gözyaşı kurumadı daha, Kore´de ne işi olur askerlerimizin” derdi.
Tarıma teknolojinin girmesiyle almıştı traktörü. Artık daha çok kazanç sağlıyordu. Tutumlu olsa da tamahkar değildi. Yokluk çekenlere, zorda kalanlara maddi manevi elini hep uzatmışlığı olmuştur.
1986 yılında annemi kaybedince ikinci evliliğini yaşadı. Onunla yaşamını sürdürmekteydi. Çocukları evlenip iş güç sahibi olsa da ondan kopmadılar. O da bizden… Sürekli ziyaretine gider, gidemediğimiz zaman telefon ederdik. Hayvancılığı bırakmış olsa da toprakların işletmeciliğini kendisi yapardı.
Babam bir Cumhuriyet çocuğu idi. Babasından gelen Osmanlılığı, Cumhuriyetle kazanılan değerler doldurmuştu bir asırlık ömrünü. Yeniliklere açıktı. Biz çocukların yaşamına müdahalesi pek olmamamıştır. Bizlere yalnızca, “Dilinizi yalandan, elinizi haramdan sakının” türü nasihatları olurdu. Günlük konuşmaları benzeri olsa da farklı düşünceler çağrıştırırdı.
Babam yaşamla yaşlanan birisiydi. Herkes gibi onunda yapamadıklarında dolayı “keşkeleri” olmuştu. Öyle anıları vardı ki, hatırlaması bile acı verirdi kendine. Anlatırken sesi çatallanır, gözleri ıslanırdı. Mutluluğu küçük şeylerde bulur, onu büyüttükçe büyütür yaşamına katardı. Kuru gururu, kibiri yoktu. Yaşanan yoklukları, kıtlıkları, acıları, hastalıkları, insanın insana yaptığı kötülükleri yok bilip, yüreğinde sevgiyi büyütmek, hoşgörülü davranmak, yardımsever olmak herkesin yaşayacağı bir duygu, oluşturacağı bir düşünce olmasa da babam bunu yapmıştır. Uzun yaşamanın sırrını belki de burada bulmuştu. Kalp kırmadan, gönül yıkmadan yaşamıştır.
Korona vakası nedeniyle telefonla görüşürdüm. Geçen yıl yine bu aylarda kaçak göçek gittiğimde evin arakasında güneşe karşı oturmuş, elindeki bastonuyla önündeki toprağı karıştırıyordu. Elini öpüp, sandalyeyi çekiştirerek yanına oturdum. “nasılsın?” dediğimde, “nasıl olalım bir emaneti iyi kötü taşıyorum.”
Başını kaldırıverdi, evin arka tarafındaki Romalılardan kalan kaleyi gösterdi. “Nerede bu kalenin kralları, paşaları, beyleri? Kimler gelmiş kimler geçmiş buralardan. Şu dağlar eşkıya kaynardı, kapı dışarı çıkamazdık. Evindeki malını sahiplenmezdin. Nerede şimdi onlar? Kime kalmış ki bana kalacak, herkes yaptığıyla göçüp gidecek… Ağaç dalıyla gürler derler. Aşiret dağıldı, sizler çekip gittiniz, ben de şimdi elektrik tellerine konan kırlangıçları, uçuşan kelebekleri sayıyorum, dolaşan karıncalara bakıyorum. Yalnız insan eksik insandır, yarım insandır.” deyince gözleri ıslandı.
O, 28 Nisan günü baharla, baharın toprağıyla buluştu. Sessiz olsa da arkasından geliyordu sevdiği türküleri. Gidip gezdiği yerler, girip çıktığı evler, evine gelip gidenler, açtığı sofralar… Bir asırlık ömrü peşinden sürekleniyordu. O bir sevgi seli, hoşgörü seliydi.
Babam yaşamın insanıydı. Kendiyle barışıktı. O şimdi kavalsız bir çoban, karasabansız bir çiftçi, kasketsiz bir köylüdür. Yıldızları çoğalan gökyüzü olmasa da, ardından bıraktıkları yıldız gibi ışıldayacaktır.