Leman GÖÇMEN


Benim Hayatım Bir Roman

Bu cümleyi herkes kendine göre uyarlar. Ancak, benimki biraz daha keskin bir benzetme olmalı. Yazıp yazıp bitiremiyorum.


Bu cümleyi herkes kendine göre uyarlar. Ancak, benimki biraz daha keskin bir benzetme olmalı. Yazıp yazıp bitiremiyorum.

İskenderun´da doğacakken Allah´ın Fransız´ı gelip güzel memleketimi işgal ediyor ve 17 senemizi çalıyor. Ben de oralarda toprak sıvalı bir odada anneannesi ebeliğini yapan bir garip Leman olarak dünyaya geliyorum. 5 yaşına kadar baba hasretiyle yanıp tutuşan, onu da ikrar edemeyen, geceleri gaz lambasının dibinde saatlerce ayakta beklerken anneciğim “Hadi kızım yat artık, orada ne yapıyorsun” deyince de kızınıyorum” dermişim. Babacığım bizleri kimse görmesin, Fransız takip etmesin diye dağ yollarından gelip dolaşır, bizlere ulaşır, bir gece bir gündüz kalır ve gerisin geriye aynı yollardan dağlara gidermiş.
Bunları sonradan annemden de dinlemişimdir. “Leman´ın lambanın başında neden oturduğunun sebebinin babasını beklemek olduğunu o zaman anlamıştım” derdi.
1938´de işgal bitip İskenderun´a dönmüştük. Bir hafta kadar bir akraba evinde kaldık. Ama hiç iyi ev sahibi değillerdi. Bizlere belki kıyafetlerimizden dolayı belki rahatsız ettiğimiz için hiç de iyi evsahipliği yapmıyorlardı. Aslında misafir olarak gittiğimiz ev, babamın yüzbaşı babasının evi ve babamın doğduğu evdi. Babam ben gelmeden boşaltın demesine rağmen boşaltmamışlar. Babam da belki bilerek belki kasten, çaresizlikten bizi bu eve getirmişti. O zaman biz üç kardeştik. 3 çocuklu köyden gelmiş bir kadın… evsahibi ister istemez bizi horluyordu. Annem, babama “Zeki ağa” diye hitap ederdi. “Biz burada sığıntı gibiyiz, bir oda da olsabizi buradan götür” demiş.
Çay Mahallesi´nin izbe bir köşesinde, farelerin cirit attığı bir eve taşınmıştık. Anneciğim ilk gece uyanıyor ki, kapının önündeki taşlık bahçede fareler koşuşturuyor. Hiçbirimizi uyandırmadan eline süpürgeyi alarak kovalamaya çalışıyor. Bir şehir kızı olsa fareleri görünce mahalleyi bağırarak başına toplardı. Kapıları kapatabildiği kadar kapatıyor, geç geldiği için babamı uyandırmıyor. Kıraathanemiz vardı o zaman. İskenderun, referandum için gelenler, çalışmaya gelenlerle küçük bir şehirken birdenbire çok kalabalık olmuş. Kıraathanenin sandalyelerinde sabaha kadar bile oturanlar olurmuş. Günün münasip bir saatinde annem babama, “Aman Zeki Ağa, bizi buradan kurtar” diyor. Orada birkaç gün kaldığımızı hatırlıyorum. Bahar Kebap Salonu´nun arkasında eski bir Ermeni evi, ama düzgün… oraya taşındık. Anneciğimin, “Oh şükürler olsun, şimdi rahat ederiz” demişti. 6 ay sonra da şu anda adını bilmiyorum Zafer Sineması´nın olduğu sokakta Kebudilerin 2. katına taşındık. Çok daha güzel bir evdi. Birinci katta o dönemin en iyi manifaturacısı olan Harun Kebudi ve ailesi otururdu.
O yılı da orada oturduk. Yazın da Belen´de yaylaya çıktık. O yıl kızkardeşim Şengül 1940 senesinde orada dünyaya geldi.
1942 senesinde de 32 yaşında trafiğe kurban verdiğimiz genç ölen amcamızın adını taşıyan Şükrü kardeşimiz doğmuştu. Babam ikinci erkek evladı olduğu için çok mutluydu. O zamanda devlet bir yol vergisi koymuş. Sanırım Türkiye´de nüfus çoğalsın diye uygulanan bir şeydi. Babam hemen ertesi gün gidip kardeşimizin nüfus kağıdını çıkarmış ve anneme getirip, “Oğlumuz hayırlı olsun hanım, bizi de yol parasından kurtardı” demiş. Yıllar yılları kovaladıkça ben ilkokul ikinci sınıfa geçmişim. O yıl 2. Cihan Harbi yılları. Sanırım 1942… tifo ve tifüsün Türkiye´yi kavurduğu yıllar. Bir gün okuldan eve ateşler içinde gelmişim. Annem yatırıp üstümü örtmüş, babama haber vermiş.
O zaman telefon yok. Hastaneye gitme alışkanlığı da yok. Öyle derdi anneciğim. Babam hemen doktoru alıp eve gelmiş. Hatırladığım kadarıyla bu yıllarda hastanenin dışında İrfan Kayra diye bir dahiliyeci, Talat Civelek diye kesin değil ama pratisyen bir doktorumuz. Ama çok babacan, güler yüzlü bir doktordu. Aile doktorumuz olan İrfan Kayra´ydı. Ben 40 gün hiç konuşamadan yüksek ateşli yatmışım. Bulaşıcı hastalık olduğu için de tedbirler alımış. Öyle anlatırlardı. En yakınlarımızdan bile pek çok çocuk ve büyük tifodan ölmüştü. Ben sütle beslendiğimi için uzun yıllar süt içememiştim. Daha sonra annem çok telafi etmeye çalışmışsa da demek ki açığı kapatamamışız, çok zayıf ve naif bünyeli bir çocuk olarak büyümüştüm. Ama hastalıktan sonrada çok rahat ve müreffeh bir hayat yaşadığımdan çok mutluydum.
Hasta olduğum dönemde babam bir gün gün bir arkadaşıyla geldi. “Bak kızım Nuh amcanı sana getirdim. Adana´dan ne istiyorsun” diye sorunca boyalı kalem ve çanta isterim demiştim. Güzel boyalı kalemleri bulamaz olmuştuk çünkü. Yalnız bir arkadaşımızın abileri olduğu için çok güzel kalemlerle resimlerini boyardı. Ona çok özenmiştim. 10 gün sonra kalemlerimle çantam gelmişti. Ahşap bir kutunun içinde 24 tane boyalı kalem. Kendimi dünyanın en mutlu çocuğu sanmıştım.
İlkokulu bitirdikten sonra “Boyu uzadı, artık okula gitmesin dikiş nakış öğrensin” denmiş. Babamla annem öyle karar vermişler. Kız meslek Lisesi´nin o yıllarda açılmadığını hatırlıyorum. Zira şu andaki Kız Meslek, o dönemde Halkevi olarak kullanılıyordu. Ancak Fransızların tiyatro oyunları sergilediği bir yer olarak sahnesi ve locası olan bir salonu vardı. Uzun yıllardır gitmediğim için şu anda tam olarak konumunu bilemiyorum, ama güzel bir salondu. Hatta o salonda ilkokulu 3. sınıftayken daha evvel bir yazımda bahsettiğim gibi bir oyun sergilemişti. Öğretmenimiz nur içinde yatsın, Ömer Faruk Yılmaz tarafından hazırlanmıştı.
Ve ben özel olarak babamın tuttuğu bir hocayla dikiş dersleri almaya başladım, daha sonra Halkevi´nde açılan çeşitli kursların hepsine devam edip oradan diploma almıştım.
Böylece hayatımın mutlu ve sıkıntılı günlerini derleyerek sizlere sundum. Bundan sonraki yıllarını, hayat mücadelesinin zor günlerini başka bir yazımda sizlerle paylaşmayı düşünüyorum.