Nurullah ER


ÇANAKKALE´Yİ GÖRMEK

Çanakkale´yi görmek şu anda ki coğrafi yapıyı, fiziki ortamı, doğal çevreyi görmek değildir.


(Geçen hafta ki yazının devamı)

Çanakkale´yi görmek şu anda ki coğrafi yapıyı, fiziki ortamı, doğal çevreyi görmek değildir. Çanakkale´yi görmek: Silah seslerinin, top mermilerinin, karadan, denizden, havadan atılan mermilerle, gırtlak gırtlağa gelerek, gögüs göğüse savaşarak, eller, kollar havada uçuşarak kan deryasını, can pazarını görmek demektir.

Sabah erkenden uyandık. Çanakkale´ye gidecektik. İstanbul trafiğine takılmamak, gideceğimizin yerin uzak olmasından saat 06´ da yola çıktık. Geceden yağan yağmur durmuş, dışarıda serinlikten öte soğuk bir hava vardı. Isınan havanın etkisiyle, parklardan, mezarlıklardan kalkan sis apartmanların, gökdelenlerin arasında kayboluyordu. Yoğunluğu biraz fazla olanları esen lodos alıp boğazın girdaplarına doğru götürüyordu.

Yola çıkarken tarihi bilgilerimi hatırıma getirdiğimde, geziyi bir doğa güzelliklerini görmeden öte, Türklerin yedi düvele karşı savaştığı, Çanakkale geçilmez diyerek geçit vermediği yerleri görmekti. Ve yukarıda yazdığım düşünceler canlandı gözümde birden.

Arabayı damadım kullanıyordu. Eşim, ben ve kızım vardık arabada. Yeni yapılan tünelden kısa sürede karşıya geçtik. Mesafe bayağı kısalmıştı. Kısalmasına kısalmıştı ama, geçiş üçreti de dişe dokunur türdendi. İktidar işin kolayını bulmuştu. Yap, işlet, devret sistemiyle; yol yaptırıyor, köprü yaptırıyor, tünel açtırıyor, paralı hale getirip, şirketin parasını halka ödetiyor, sonra da övüne övüne hizmet getirdik diyordu.

Erken yola çıkmış olsakta, Fatih, Beyazıt, Aksaray çevresinde yine de trafik yoğunlaşmıştı. Kırmızı ışıklarda uzunca süre bekliyorduk. Saat 9 gibi İstanbul´u çıkmış, Trakya ovasına gitmiştik. Artık İstanbul´un beton tepeleri ve dağları geri de kalmış, ekili, dikili yeşil alanlara girmiştik. Hemen yolun kenarında sol tarafta Silivri Cezaevi tabelası gözüme ilişti. Silivri Cezaevi, yıllardır tutuklu ve hükümlü kişilerin dramının yaşandığı bir cezaevi idi. Küçük bir tepenin eteğinde, az meyilli bir alanda kurulmuş, etrafı yüksek tel örgülerle çevrilmiş, üst kısımda kanımca personel konutlarının oldoğu bir yerdi.

Geçmişte her iktidar döneminde adını duyuran cezaevleri vardı. Hangi birini sayayım ki?  Sinop´umu desem, Selimiye´yimi söylesem, Ulucanları mı dile getirsem, Bayrampaşa´yı, Metris´imi sıralasam? Hepsi tarihe karıştı gitti, bir kısmı müzeye bile çevrildi, acılar ama duvarlarında kaldı. Günümüz iktidarında ise kendinden söz ettirilen Silivri cezaevi en büyük cezaevi oldu. Gelecekte tarih bunun içinde mutlak bir şeyler yazacak.

Tekirdağ´a girdikten sonra bir dinlenme tesisine geçtik. Çay, kahve içtik, bir şeyler atıştırdık. Trakya ovası artık genişliyordu. Engebeli alanlar bitmiş, dağlar uzaklaşmıştı., ovanın içinde çokça köyler vardı. Çayımızı içip yola koyulduk. Yol boyunda, Namık Kemal´in mezarına gider levhası vardı. Başımı arabanın camından kaldırıp baktığımda, arkası ağaçlık, kayalık olan yüksekçe bir tepenin eteği idi. Namık Kemal,Tekirdağlı idi. Vatan, millet, memleket şairiydi. Vatan, millet dediği için saray tarafından  sürgüne gönderilmiş, zindanlara atılmıştı. Payas kalesinin zindanlarında da kaldığı söylenir.

Güney batıya doğru yöneldiğimizde, çam ağaçlarıyla kaplı yüksekçe dağlar, maki çalılıklarını kapladığı engebeli araziler görülüyordu. Bu görüntülerle sanki bir taraf Akdeniz, bir taraf Karadeniz gibiydi.

Gelibolu´ya vardığımızda saat 13 sularıydı. Arabayı yol kenarında durdurp çevreyi gözlediğimde, doğal çevre nefis güzellikteydi. Su çiçekleri, papatyalar, adını bilmediğim renga renk açmış çiçekler, rüzgarın etkisiyle vızıldayan çamın nağmeleri çevreye yayılıyordu. Körfezin mavi dalgaları koyları yalayarak, kıyıları döverek, boğazdan geçerek bir yandan Eğe´ye, bir yandan Karadenize kavuşarak, tarlada, bağda, bahçede köylüler çalışarak güzellik katıyorlardı, zenginlik katıyorlardı bölgeye, yaşama. Bu güzelliklerin, zenginliklerin yaratcısı, kavuşturucusu  on binlerce şehitin olduğunu bilen, sorgulayan kaç kişi çıkardı acaba?

Geliboludaydık...

Savaş meydanındaydık...

Zamanın 2017 yılının Mayıs ayında. Gözlerimle doğal güzellikleri, zenginlikleri görürken, duygu ve düşüncelerimle 1915 yılının Martındaydım...

Dağ, tepe, ova, bayır, deniz... Her yer savaş kokuyordu, savaş çığlıkları yükseliyordu, silah sesleri kulakları tırmalıyor, beynim karıncalanıyordu. Dumanlar tütüyor, ölüler kuçak kuçağa yatıyor, yaralılar birbirine bir şeyler söylemeye çalışıyor, ellirini birbirine uzatıyorlardı sanki...

Çevrede ki Bigalı köyüne vardık. M. Kemalin Gelibolu´ya gelipte kaldığı ilk köy. Kaldığı ev müzeye çevrilmiş, köylüler evlerine yıl on iki ay bayrak asarak, Atatürk´ün fotoğrafını bulundurarak sadakatını ve Cumhuriyete bağlılıklarını yerine getiriyorlar.

Köyden ayrılarak belirgin savaş alanları olan,Anzak koyunu, Çonkbayırını, Arıburnunu, Şehitler abidesini boydan boya dolandık. Belirli yerlere her ne kadar sembolik olarak anıtlar dikilip, şehitlik densede, mezarlığa dönüştürülsede ayak bastığımız her yer şehi kanının bulunduğu yerlerdi.

Şehit abidelerinde ki, mezar taşlarında ki yazılar, sözler, anlatılan hikayeler, mezar taşları başınada kan kırmızsı açan güller, savaşın bir başka duygusunu veriyordu insana.

Çanakkale Savaşı, Dünyanın en kanlı savaşlarınadan biridir. Bu savaş Çanakkale geçilmez diyerek, size taaruzu değil ölmeyi emrediyorum komutunu vererek kazanılmıştır. Ve Türk Milletinin en büyük destanı olmuştur.

Özal Cumhurbaşkanı iken Japonya´dan bir heyet Türk eğitim sistemini araştırmak için gelirler. Çalışmalarının ve incelemerlinin sonucu Özal´la görüşürler. Özal japonlara,  japonya´da kalkımada eğitimin önemini ve yerini sorar. Japon:” Çocuklar okula başlayınca hızlı trenle gezdirdiklerini, uçağa bindirdiklerini,fabrikaları tanıttıklarını, arkasından da Hiroşimayı gezdirdiklerini” söyler. Özal:”Ama bizim Hiroşima´mız yok” der. Japonsa,”Hiroşima´nız yok ama, Çanakkaleniz, Atatürk´ünüz var” der

Tarihi ile övünen millet olamamıza rağmen, tarihini en az bilen bir toplumuz.