Müslüm KABADAYI


DEMLENMİŞ İZLENİMLER…

Müslüm Kabadayı


Yaşam, ne kadar insanla yaşadığımız ya da yaşlandığımızla anlam kazanıyor. Doğal olarak yaşadığımız insanların niteliği ve yaşlandığımız ilişkilerin zenginliği burada önem kazanıyor. Ayrıca günümüzde daha da öne çıkan bir konu ya da sorun da, bu ilişkilerimizi nasıl ve ne kadar geliştirebildiğimiz, sürdürebildiğimizle ilgili… 

Yaşı benim gibi 60´a merdiven dayayanlar için bu konular, edebi ve felsefi açıdan üzerinde derinlikli durmayı hak ediyor. Daha çok yaşayanlar için deneyim, birikim paylaşımı yanında sanatsal-edebi yaratımlarla geleceğe ışık tutma niteliği de taşıyor. Bu bakımdan, özellikle alanında üretken, paylaşımcı ya da ortak çalışmaya yatkın olduğunu fark ettiklerimle mümkünse yüz yüze, diğer durumlarda mektup, telefon, e-posta ve whatsapp üzerinden geliştirici ilişkiler kurmaktan mutluluk duyduğumu belirtmeliyim. En önemlisi de bu paylaşımlardan çıkardığım eğitsel, sanatsal, edebi, politik değerlendirme ve önermeleri yazıp yayımlayarak, söyleşiler düzenleyerek, atölye çalışmaları yaparak başkalarının yararlanmasına sunmak… Bu amaçla, Ocak 2019´da kültür gezisi için gittiğim İsviçre ve Almanya´dan iki haftalık izlenimlerimden ilkini, yararlanmak isteyenlerle paylaşmak istiyorum.

İsviçre ve Almanya´da yaptığım söyleşiler yanında bir edebiyat eğitimcisi olarak bu ülkelerdeki eğitim sistemleri ve uygulamalarıyla edebiyat eğitiminin yeni kuşakla nasıl gerçekleştirildiği konularında meraklarımı gidermeye çalıştım. Bilenlerin sabrına sığınarak bu iki ülkenin eğitim tarihine 18-20. yüzyıllar arasında önemli eğitimciler kazandırdığını hatırlatmalıyım. Fransız devrimine düşünceleriyle yön verenlerden Jean Jacques Rousseau (1712-1778), Cenevre doğumludur. Devrimden sonra Fransa´ya gitmiştir. Temmuz 2018´de yazar dostum Muhittin Çoban´ın rehberliğinde Cenevre´de gezerken karşılaştığımız yazar Suzan Samancı´nın kılavuzluğunda bu kentten yetişmiş ya da bir dönem Cenevre´de yaşamış düşünür, bilim insanı, sanatçı ve yazarların yaşadığı mekanları görme olanağı bulmuştum. Bunlardan Ferdinand de Saussure, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi´nde öğrenciyken Prof.Dr. Doğan Aksan Hocamızdan öğrendiğimiz dilbilimcidir. Aynı semtte Rousseau´nun mekanıyla karşılaşmıştık. Cenevre Üniversitesi´nin karşısındaki bir kafede Lenin´in çalışmalarını yaptığını öğrendiğimde de, çağının böyle önemli kişilerinin neden İsviçre´yi seçtiklerini bir kez daha düşündüm. En önemli nedenin de, tarihi 13. yüzyıla dayanan kantonlaşma sürecinde oluşan bilim-kültür-sanat birikiminin sağladığı atmosfer olduğunu öğrendim.  Ocak 2019´da İsviçre´ye gittiğimde ise, Zürich´te Johann Heinrich Pestalozzi´nin (1746-1827) heykeliyle karşılaştım. Rousseau´nun Emile kitabında işlediği doğalcı eğitim anlayışını iş okuluyla geliştiren Pestalozzi´yi, “Köy Enstitüleri”nin fikir babası İsmail Hakkı Tonguç´un da yakından incelediğini biliyordum ama onun uygulamalarından yararlanarak Almanya´da “Kindergarten” (Çocuk Bahçesi) adı altında anaokulu eğitimini başlatan Friedrich Wilhelm August Fröbel´den (1782-1852) habersizdim. Fröbel´den haberdar olmamı sağlayan görüşmeden izlenimlerime geçmeden önce, bu izlenimimin değerlendirmeleriyle bağ kurabilmek açısından birkaç konuya değinmem gerekiyor.

20 Ocak 2019´da İsviçre´nin başkenti Bern´de “Dil ve Kültür Evrimi” konulu söyleşiyi gerçekleştirdikten sonra, daha önce göremediğim doğal-tarihi mekanları birkaç gün gezip merak ettiğim konularla ilgili akademisyen ve araştırmacılarla görüştüm. “Seeland” ya da “Göllerülkesi” de denilen Alpler başta olmak üzere dağlarla çevrili İsviçre´de, Alman kültürünün diliyle de etkin olduğunu gördüm. “Yurt, vatan, yer” anlamına gelen “heim” sözcüğüyle kurulan kent-kasaba-köy adlarının iki ülkede de yaygın olmasını, bu etkileşime örnekleyebilirim.

İsviçre´den, görüşme ve gözlemlerden edindiğim zengin izlenimlerle Almanya´ya gittim. “Deutsche Eck”in (Alman Köşesi) bulunduğu Koblenz-Montabaur´a bağlı Elgendorf´ta (Almancada “dorf”, “köy” anlamına geliyor. Bu sözcükle kurulmuş çokça yer adıyla karşılaşmak mümkün.)  konukları olduğum kuzenim Mehmet Kabadayı ve ailesinin sıcak ilgileri, kılavuzlukları sayesinde daha önce bilmediğim yerleri, tanımadığım kişileri görme olanağı buldum. Özellikle eğitimci ve ressam Sabahattin Şen, keramik baskı resim tekniğiyle tanınan Orhan Aksoy ve 60 yıldır Almanya´da doktorluk yapan, aynı zamanda edebiyatla derinden ilgilenen İsmet Özer´den çok ayrıntılı bilgiler edindim. Bu bilgi ve izlenimleri başka yazılarla paylaşmakta yarar gördüğümden, Montabaur´a bağlı Helferskirchen´de yaşayan çocuk eğitimcisi Hiltrud Bahr ile yaptığım görüşmeden izlenimlerimi ve bağlantı kurduğum hususları dile getirmek istiyorum.

2 Şubat 2019´da kuzenim Mehmet Kabadayı´nın yaşadığı Elgendorf´tan yola çıkıp Hiltrud´un yaşadığı köye giderken edindiğim izlenimi, Almanya´da gezdiğim birçok yer için söyleyebilirim. Büyük kentler dışında, bu ülkenin kentleriyle köylerinin dokusu birbirine çok benziyor. Kentlerde ve kırsal alandaki eski yapıların, tarihi eserlerin korunduğunu, eski fabrikaların da Endüstri Müzesi haline getirildiğini görüyorsunuz. Fabrikalar, marketler köylere kadar geniş alanlara dağıtılmış. Türkiye´de olduğu gibi belli merkezlere plansız yığılma yok. Dolayısıyla bir köyden başka köye, kasabaya giderken bahçeli evlerin arasından, tarlaların kenarından, ormanların içinden geçiyorsunuz. Westerwald eyaletindeki bu yerleşim birimlerinde ormanlık alanlar daha fazla tabi. Dolayısıyla yol kenarlarında geyik sembollerinin olduğu levhalarla sıkça karşılaşmak mümkün. Sürücülerin hayvanlara çarpmaması konusundaki uyarılara çok dikkat edildiğine tanık olmaktan sevinç duyduğumu belirtmeliyim.

Frankfurt gibi birkaç büyük kent dışında yerleşim alanlarındaki evlerin genellikle iki ya da üç katı geçmediği, bahçeli evlerin yaygın olduğu ve ferahlık duygusunu oturanlara yaşattığını söyleyebilirim. Büyük fabrikaların bulunduğu Duisburg gibi kentlerde, küçük tuğladan örülmüş bloklarda işçi sınıfının yaşadığını da vurgulamalıyım. Türkiyeliler başta olmak üzere göçmenlerin oturdukları yerlerde kalabalık aile yaşantılarına tanık olduğumu, hatta Berlin´deki Kreuzberg ve Köln´deki Mülheim semtlerinde görüldüğü üzere gettolarla karşılaştığımı belirtmeliyim. Bu ayrıksı örnekler dışında Almanya´daki kentlere başka bir anlam ya da boyut katan özellik ise, üniversiteler… Karl Marks´ın doğduğu Trier, Almanya´nın en eski kenti olup hukuk eğitiminin en iyi yapıldığı üniversitesiyle bilinmektedir. Heidelberg, başlı başına bir üniversite şehri olup Dünya´nın her tarafından öğrenci çekmekte ve her gün yoğun turist akınına sahne olmaktadır.

Özetleyerek betimlediğim bu yerleşim-doğa ve kültür atmosferi içindeki çelişkiler de, başka bir yazının konusu olabilecek kadar önemli. Yerli-göçmen ayrımından tutun da işçi ve emekçilerin ücretlerindeki, sosyal haklarındaki gerilemelere kadar kapitalizmin sömürücü yapısından kaynaklanan eşitsizliklerle her yerde karşılaşmak mümkün. Türkiyeliler başta olmak üzere göçmenlerin üçüncü kuşaklarından itibaren “entegrasyon” adı altında asimilasyonun olgusu söz konusu. Bunlara karşın, burada görüştüğüm Türkiyelilerin çoğu Almanya´da yaşamaktan mutlu olduklarını söylüyorlar. Özellikle Türkiye´yle karşılaştırdıklarında –memleket özlemi dışında- haksız da değiller.

İşte bu bilgi ve gözlemlerle donanmış olarak bir Alman çocuk eğitimcisiyle görüşmeye gitmenin heyecanını duydum 2 Şubat´ta. Almanya´ya on yıl içinde üçüncü gidişimde ancak, bir Alman eğitimcinin deneyim ve bilgilerinden yararlanacaktım çünkü. Kuzenim Mehmet, nerdeyse 20 yıldır tanıdığı ve her şeylerine koşturup dost olduğu Hiltrud Bahr´in, kocası Walter Bednara´yı üç ay önce kaybettiğini söylediğinden, bu atmosferde görüşmenin pek de verimli olamayabileceği kaygısını da taşımıyor değildim.

Araç tahta çitle çevrili bahçe kapısının önünde durduğunda, sokaklarda ve evlerin çatılarında az da olsa kar görünüyordu. Evin ve bahçenin birçok işini yıllardır yapan Mehmet, önce bahçeyi gezdirdi. Ağaçlar, fidanlar ve onları yanlarına sanatsal bir yapıt gibi yerleştirilen süslemeler, işlemeli kütükler, heykelcikler, sanki bir bahçe müzesinde geziniyormuşsunuz duygusunu yaşatıyor size. Bahçeden evin kapısına geldiğimizde içerden köpek havlaması sesini duyduk. Kuzenim, “Kesi, benim!” diye seslenince ikinci kattaki pencereden güzel bir kadın başı uzandı ve “Mehmet, kommen!” dedi. Onun böyle candan seslenmesi, birden çocukluğumuzdaki annelerimizin sıcaklığını çağrıştırdı bana. Hiltrud kapıyı açınca Kesi ayaklarımıza dolaştı önce, sonra üstümüzü kokladı. Ev sahibinin seslenmesiyle geriye çekilince köpek biz eve girebildik. Çiçeğimizi alan Hiltrud çok sevindi. “Dirilten Duyunçlar” kitabımı verdiğimde de kapaktaki fotoğraf ilgisini çekti. Mehmet´in yardımıyla Antakya´da Asi´ye takılan bir gerdan gibi duran tarihi Roma köprüsünün yıkım öyküsüyle kitabın başladığını anlattım. Mitolojik adıyla Cacius dağının, şimdiki adıyla Keldağ´ın, Zeus´un Avrupa adlı Fenike kralının kızını boğa kılığına girerek Girit´e götürdüğü ve orada yaşadıkları aşktan doğan Minos´un Avrupa kültünün oluşumuna sahne olduğundan söz ettim. Bunları ilk kez duyduğunu belirten Hiltrud, bize kahve ikram etti.

Kahvelerimizi içerken, “Almanya´da çocuk eğitiminin tarihçesi çerçevesinde kindergarteni anlatır mısınız?” diye sordum. Zayıf, orta uzun boylu ve makyajsız yüzüne derin bakış kazandıran ela gözleriyle beni süzen çocuk eğitimcisi, kısa süre duraksadıktan sonra şunları dile getirdi: “Bu sözcüğü ilk kullanan ve anaokulu uygulamasını başlatan kişi Fröbel olmuştur. 19. yüzyılda yaşayan bu eğitimbilimcinin uygulamalarını değiştirip geliştirerek günümüzde Almanya´nın her yerinde bulunan kindergartenler bulunmaktadır. Ben 1950 doğumluyum. Kindergarten, çocukluğumda köylerde yoktu. O zaman kentlerde yaygındı. 1970´lerden itibaren köylerde de bu okullar çoğaldı.” O bunları söylerken, Rousseau, Pestalozzi ve Fröbel´in doğayı önemseyen eğitim anlayışlarını geliştirmelerinde kendi çocukluklarını, kimsesizlikleri nedeniyle doyasıya ve doğallıkla yaşayamamışlıklarının etkili olabileceği düşüncesi geldi aklıma. Bu araştırılmaya, yorumlanmaya değer bir konu. İnsan zekasının, aklının güzel yeteneklerinden biri de, yaşantılarımızdan çıkardığımız dersleri kuramlaştırabilmek… Daha ilerisine gidip kuramlarını uygulamaya koyarak insanlığa yeni yaşam alanları sunma cesareti gösterenlerin hikayeleri öğrenmek, bunlardan yararlanarak yeni kuşakların daha ileri adımlar atmasına katkıda bulunmak için böyle çalışmalar yapmak önemli. 

Hiltrud, çocuk eğitimcisi olarak sevecenliğini yüzünün hatlarına, gözlerinin ışıltısına yansıttığı kadar, konuşurken jest ve mimikleriyle de dile getiriyor. Çocukluğunda büyük acılar yaşayan, daha sonra amcasının onu kitaplarla tanıştırmasıyla dünyası değişen Fröbel´in eğitim anlayışını bilincinden ışıkladı Hiltrud. Almanya´daki eski sistemin yapmacıklığını, eşitsizliğini, gereksiz uygulamalarını reddedip özgür, sorumluluk sahibi bireyler yetiştirmeyi hedefleyen sevgi, sempati, hoşgörüyü öne çıkartan bir eğitim sistemini kurduğu okulda geliştirir Fröbel. Dönemin koşulları nedeniyle ilk uygulama yaptığı okul kapanır. Bunun üzerine kentteki yoksul ailelerin henüz okula başlamamış en küçük çocukları için bir okul kurar. Doğayla yakın ilişkiler kurarak huzuru doğada bulan Fröbel, yeni okuldaki çocukları izlerken, “Burası çocukların doğadaki bir bitki gibi özgürce büyüyebilecekleri bir bahçe olmalı” diye düşünür ve icat ettiği kurumun adını “kindergarten” olarak değiştirir.

Bu kısa ve özlü söyleşiden sonra mühendis olan eşi Walter´le anlam kazandırdıkları evlerinin kütüphanesini gösterdi. Burada eğitimle, teknikle, edebiyat ve sanatla ilgili kitaplar, albümler, dergiler, katalog ve ansiklopediler dikkatimi çekti. Zaman zaman Mehmet´in de aralarına katıldığı mutfaklarındaki masada oturdukları yerleri işaret ettiler. Burada kahvelerini içip duygu ve düşüncelerini paylaştıklarından söz ettiler. 1939 doğumlu olan eşinin çocukluğunu Hitler faşizminin şiddeti altında geçirdiğinden, içine kapanık olduğunu anlattı. Mehmet de bu nedenle Walter´in hayata hep soldan baktığını, her türlü ayrımcılığa karşı çıkan gerçekçi bir bakış açısına tanık olduğunu söyledi. Mutfakta bunları paylaşırken Hiltrud´un duygulandığını ve gözlerinin nemlendiğini fark ettim. Eşlerin, sevgililerin birbirlerini anlamalarında mutfağın önemini bir kez daha hissettim.

Evin bölümlerini dolaşırken duvarların fotoğraflar, belgeler ve süs eşyalarıyla donatıldığı dikkatimi çekti. Fotoğraflardan birinde Hiltrud´u yetiştiren ailesinin çiftliğinin görünümü vardı. Bahçedeki tek katlı ve uzun bir yapının önünde hayvanlar, işleriyle uğraşan insanlar vardı. Bu sahneyi görünce birden aklıma Bern´de tanıştığım ve hemen ısındığım sevgideğer Selim Göl´ün paylaştığı bir konu geldi. Değerli çocuk eğitimcisi Hiltrud´un ve yeni kaybettiği Walter´in bu güzel donatılmış ve anılarla yüklü evlerinde birden bu konuyu hatırlamam anlamsız gelebilir belki ama çiftlik fotoğrafının çağrıştırdığını söyleyebilirim.  Adana´dan İsviçre´ye politik mülteci olarak gelip burada çoluk çocuğa karışan Selim, Bern´de birlikte çalıştığı Hans Bieri´den öğrendiği çarpıcı bir gerçeği dile getirmişti. “Özgürlükler ülkesi” olarak bilinen İsviçre´de, 1974´e kadar süren “köle çocuk” sisteminin uygulanmasını büyük bir çelişki olarak belirtmişti. Kimsesiz, bakıcısız kalan çocukların kilise aracılığıyla çiftlik sahiplerine –toprak ağalarına- verildiğini, oralarda köle muamelesi gören çocukların büyük dramlarının anlatıldığını vurgulayan Selim, bizlere sevimlileştirilerek kitaplar ve çizgi filmlerle anlatılan Heidi´nin de bu çocuklardan biri olduğunu söylemişti. “Verdingkinder”, yani “sözleşmeliçocuk” anlamına gelen bu sistem sayesinde İsviçre´de çocuk emeği üzerinden derebeylerin zenginleştiğinin altını da çizmişti. Hans Bieri´nin de bu çocuklardan biri olarak, çocukluğunda yaşadığı o büyük travmayı hâlâ atlatamadığını belirtmişti.

Bunları hatırlayınca aklıma Makarenko ve kurduğu Gorki Toplulukları geldi. Şiddete, suça bulaşmış çocukların sosyalizme kazandırılmasında çok önemli bir eğitim deneyimi kazandıran Makarenko´yu Hiltrud´a sorduğumda, bu adı duymadığını söyledi. Alman eğitimcilerin başka ülkelerdeki deneyimlerden habersiz olmaları dikkatimi çekti doğrusu.

Çok eski ahşapla donatılmış bu güzel evin değişik bölümlerinde fotoğraflar çekildik, çektik. Hiltrud ve Walter´in anılarıyla zenginleşmiş bu evde Mehmet´le birlikte iz bırakarak ayrıldığımızı, kapıda bize sarılarak uğurlayan Hiltrud´un ışıldayan gözlerinden okuduğumu söyleyebilirim. Yaşam, biraz da demlenmiş anı ve izlenimler değil midir?