Nurullah ER


HANGİ DOKTOR BU KADAR ŞİFA DAĞITABİLİR Kİ? NURULLAH ER

Mevsimlerin gelip geçtiğini, ayların değiştiğini ancak takvimlerde görebiliyoruz.


Şehirler de bahar yok ki!
Yıl on iki ay aynı görüntü, aynı manzaralar...
Soğuk kış günlerini betonun, asfaltın soğuğundan, yaz günlerini de ,sıcağından hissedebiliyoruz ancak.
Şimdi mevsim bahar.
Aylardan Nisan.
Kimleri büyülemez ki?
İsminde bile mutluluk kokuyor.
Ancak kırlara çıkar, doğayla iç içe olursan baharın geldiğini görür, aylardan Nisan olduğunu hissedersin.
Şimdi hangi kır çiçeği açmamış, hangi ağaç yeşile bürünmemiş, meyveye durmamış ki?
Hangi göcmen kuşu gelmemiş, hangi serçe çıvıldaşmamış, hangi kırlangıç kanat çırpmamış, hangi leylek tek ayağının üstünde, uzun ince kırmızı bacaklarının üzerinde durup gagasını kaldırıp lak lak lak... ötmemiş ki?
Hangi pınar gözünden kaynayıp, tepelerdeki kar eriyiğini derin vadilerden geçerek çığıl çığıl gümüş beyeazlığında akmamış ki?
Hangi kuzular, koyunlar meleşip, hangi koçlar tos vurmamış, hangi keçiler yalçın kayalıklarda dolanmamış ki?
Hangi deniz, hangi gökyüzü mavisini esirgeyip, hangi güneş aydınlatmayıp, hangi ay parlamamış, hangi yıldızlar ışıl ışıl oynaşmamış ki?
Doğa insanın hayat kaynağıdır.
Tüm enerjisini oradan alır.
Onsuz bir canlı yaşamı düşünülemez.
Şimdilerde nüfusumuzun büyük kısmı şehirlerde yaşıyor.
Şehirler adeta doğadan kopuk, yeşil alandan uzak bir yere itilmiş, mavisi bitmiş, yeşili kaybolmuş gibi.
Mekan olarak kullanılan evler, hizmet veren iş yerleri, okullar, camiler ne kadar yapı varsa yan yana, üst üste, sırt sırta...
Kaldırımlar beton, yollar asfalt. Caddeler, sokaklar arabaların park alanı. Metal kalbalık, egzos gazı...
Yeşil diye bilinen, mavi diye anılan İskenderun´da o renkler şimdi çoktan kayıp. Yıl on iki ay asfaltın soğuğunu, sıcağını, bir de egzos gazını soluyor. Doğal ortamdan tamamen kopmuş, onun insanoğluna sunduğu bin bir türlü güzelliklerden, fiziksel ve ruhsal faydalardan uzak.
Kala kala bir avuç Ziraat bahçesinin bulunduğu alan kalmış. Oradaki yeşilliği görmesek, portakal aağaçlarının çiçeklerinin kokusunu hissetmesek baharın geldiği bilinmez.
Geçen hafta evden çıkıp yürüyerek çarşıya giderken, Ziraat Bahçesinin yanından geçerken dört tana on on iki yaş arasında iki kız, iki oğlan çocuğu önümde duruverdiler. Biraz uzunca boylu olan kız yanıma kadar geldi. 'Amca bizi bahçeye girdirmiyorlar yardımcı olurmusun?” dedi. Niye girdirmiyorla diye sorduğumda, 'Aileniz yok yanınızda içeriye alamayız” dediler. Evlerinizi nerde diye sorduğumda Dumlupınar mahallesinde oturdukların söylediler. Bahçeye niye girmek istediklerini sorduğumda 'oynuyacağız” diye cevap verdiler. Mahallenizde park yok mu da ta buraya kadar geldiniz, dedim. 'Park ne gezer, geçenlerde evlerin önünde arkadaşlarla oynuyorduk, birine araba çarptı. Allahtan bir şey olmadı” dedi. Bakışlarından, konuşmalarından yardım etmem için bir yalvarış içerisindeydiler.
Çocuklarla birlikte bahçenin giriş kapısında bekleyen görevliye” bu çocuklar mahallemizin çocukları biraz burada oynancaklar” dedim. Görevlinin kabul etmesiyle, çocuklar sevinç içerisinde el çırparak oyuncakların olduğu yere doğru koştular.
Bahçeye girmişken bende biraz dolanayım dedim. Bahçenin içine doğru giden yolda karşılıklı dikilmiş selvi çamlar yukarıda birbirleriyle birleşip bir tünel görüntüsüyle çevreyi gölgeliyorlardı. Portakal çiçeklerinin kokusu adeta çiğerleri dağlıyordu. Bahçenin içi tıklım tıklım doluydu. Ailece gelenlerin bir kısmı yüryüş yaparlarken, bir kısmı kamelyalarda çaylarını yudumlayıp, gözlemlerini yiyorlardı, çocukların sesleri adeta serçe cıvıltıları gibiydi.
Onca kalablalığın içinde, somurtan bir yüz, çatık bir kaş görmedim. Doğal ortamdan aldıkları enerjiyle tümünün gözleri ışıldıyor, mutlulukları yüzlerinden okunuyordu.
Şimdi böylesi yere hastahane yapılacakmış. Hastahane yapılsa, hangi doktor bu kadar şifa dağıtabilir ki diye düşündüm.