Müslüm KABADAYI


KÖKÜNE BARIŞIK OLMAK…

Müslüm Kabadayı


İnsan, anne rahmiyle mağara arasında metaforik bir bağ kurar. Niye?

Anne rahmi, embriyodan başlayarak cen, bebek aşamasına kadar bir canlının insan türü olarak biçimlenip büyüdüğü yerdir. Oradan ışığı, dış dünyayı görmek için harekete geçtiği andan itibaren anne rahmi, terk edilen bir mağara gibidir… “Mağara” imgesinin mitolojide, felsefede, psikolojide, mimaride hatta müzikte kullanılması, dilbilim açısından da seslerin mağaraya benzetilen ağız boşluğunda biçimlenmesi üzerinden de farklı göndermeleri olan rahmin, mağaranın, ağzın, kubbenin çağrışımları üzerinde durmak isterim.
Embriyonun rahmin duvarına tutunması, buradan beslenerek büyümesi ve günü geldiğinde dış yaşama açılması gerçeğiyle, 3 milyon 300 bin yıl öncesindeki taştan, kemikten yaptığı aletleriyle varlığını bildiğimiz insan türünün mağaraları yaşam alanına dönüştürerek buzul çağları başta olmak üzere büyük doğal afetleri atlatıp başka coğrafyalara yayılması arasında bağ kurabiliriz. Embriyo halimden ilk gençlik çağıma kadar bedenimin, kültürel temellerimin biçimlendiği coğrafyadan, Hatay´daki Barutlu Mağara´yı ve Üçağızlı Mağara´yı örnekleyerek yetineyim. İlkinde yaklaşık 100 bin, ikincisinde 40 bin yıl öncesine tarihlenen insanın var olma savaşı verilmiştir. Barutlu Mağara´da taş ve kemikten aletlere, Üçağızlı Mağara´daysa etin pişirilmesiyle ilgili kalıntılara ulaşılmıştır. Yine Neandertel´le Homo Sapiens´in çiftleşmelerinden oluşan melez insanın Hırvatistan´daki bir mağarada, Neandertel´le Denisova´nın çiftleşmesinden meydana gelen melez insanın da Altay Dağları´ndaki bir mağarada fosillerinin bulunduğunu hatırlatayım. Peki bunlardan niçin söz ettim?
İnsan türünün kültürünü olgunlaştırdığı ilk yerdir mağaralar da ondan… Hem varoluş hem de varediş sürecinin ilk ve en önemli mekanıdır. İlk insan topluluklarında komünal, kolektif bir yaşam söz konusuydu. Doğada avlanma, toplayıcılık, doğa olaylarına karşı önlem alma gibi beslenme-barınma vd. zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için gerekliydi bu. Doğadaki zorluğa karşı zorunlu birlik süreci, kuraklık-sel-deprem-yangın vd. nedenlerle zorunlu ya da insanın yeni yerleri, varlıkları keşfetme güdüsüyle gönüllü biçimde dış dünyaya açılmasını, göçmesini sağladı. İnsan türünün hangi aşamada ve tam nerede göçü başlattığına dair kesin, kanıtlı bilgilerimiz yok ama arkeolojik araştırmalardan, bulgulardan yola çıkarak yaklaşık 2-2,5 milyon önce Afrika´da göç olgusunun gündeme geldiği genel kabul görmektedir. Göçle birlikte insan topluluklarının yayıldıkları coğrafyaların iklimine, bitki örtüsüne, su ürünlerine göre farklı özellikler kazandığı anlaşılıyor. Örneğin, Avustralya-Okyanusya bölgesindeki Denisova insan türünün denizle içli dışlı olmasından dolayı suda uzun süre kalabilmesini sağlayacak biçimde akciğerini geliştirdiği bilinmektedir. Nehirlerin oluşturdukları verimli topraklarda tarım devriminin, dolayısıyla ilk uygarlıkların oluştuğunu, Sümerlerin yaşamlarından öğrenmekteyiz. Böylece mağaranın yerini ağaçtan, taştan ve topraktan evler almaya başlamıştır. Homo Erectus´tan bu yana, özellikle Homo Sapiens´in Neandertel ve Denisova türleriyle çiftleşmesinden sonra giderek melezlenip çeşitlenen insan türünün genetik özellikleri çeşitlenirken, kapalı toplumsal yaşamı çok uzun süreli devam eden topluluklarda ciddi genetik sorunların, hastalıkların gündeme gelmesiyle “dış dünyaya açılma” önem kazanmıştır. Aynı etnik boyların evliliklerinde, bugün de yedi göbek farklılaşmaya dikkat edilmesi bunun somut örneklerindendir.
Yakın akraba evliliklerinin yol açtığı genetik hastalıkların ve psikolojik sorunların, bugün daha çok farkındayız. Hatta daha çok Akdeniz bölgesinde görülen ve “Akdeniz anemisi” olarak adlandırılan kimi hastalıklarla ilgili evlilik öncesi erkek ve kadının test yaptırmalarının zorunlu hale getirilmesi de bu farkındalığın bir sonucudur. Bu ön bilgilerden hareketle üzerinde durmak istediğim esas konu, “Köküne mi barışığık?” sorusunun anlamıdır. “Köküne barışık olma” deyiminden çıkan bu soru, ne zaman ve niçin söylenir?
“Bu deyimi daha önce niye duymadım, duydumsa da niye önemsemedim acaba?” sorusunu 5 Temmuz 2022´de kendime sordum. Bu sözü, o gün ziyaret ettiğim Hatay ili Yayladağı ilçesine bağlı Kışlak köyünde oturan ağabeyim Muammer Kabadayı ve kuzenim Ali Aydoğan´ın evlilik üzerine yaptıkları bir konuşmada duydum. Hemen dikkatimi çekti; hem sözü oluşturan sözcüklerin bağdaşıklığı hem de anlamı üzerine düşünmeye başladım. “Kök” ve “barış” sözcüklerinin bağdaştırılmasıyla oluşan anlam şu: Bir aile, bir başka ailenin kızını oğullarına ister. Gelin olarak o ailenin kızından memnun olurlarsa, ailenin diğer oğullarına da aynı ailenin diğer kızlarını istemek için gittiklerinde, kızın ailesinin oğlan tarafına söylediği bu söz, “Biz, kızlarımızı sizin oğullarınıza vermek zorunda mıyız? Sizin oğullarınıza mahkum muyuz?” anlamına gelir. Bu sözle ortaya konan tavrın altında yatan neden, birden çok olabilir. Ancak, en önemlisi “Bu kadar akraba evliliği doğru değil.” anlamındaki nedendir. Çünkü, eskiden köylerde, genel olarak kırsal kesimde akraba evlilikleri yanında kız kardeşlerin, başka ailenin erkek kardeşleriyle evliliklerine de sıkça rastlanırdı. Kendi anne-babamın evliliğiyle dayımla halamın evliliği gibi örnekler de söz konusuydu. Bundan 50 yıl öncesinde köy içi evlilikler dışında, komşu köylerden evlilikler olurdu. Son 50 yılda, başka ilçelerden, illerden, hatta başka ülkelerden ve farklı uluslardan evlilikler çoğalmaya başladı. Bu inançlar bakımından da gerçekleşti. Kışlak köyüne son 150-200 yılda farklı yerlerden göç eden aileler arasındaki evliliklerden dünyaya gelen çocukların zeka ve başarı durumları üzerinde bir araştırma yapmıştım. Bu türden melezlenmeyle çoğalan ailelerin ikinci, üçüncü kuşak çocuklarının meslek, zanaat-sanat, yetenek, zeka bakımından daha başarılı olduklarını saptamıştım. Buradan hareketle Kışlak´ta evlilik konusunda daha doğru bir yol izlendiği kanısına varmıştım. Bu tercihin ne kadarı bilinçli, ne kadarı tesadüfidir? Bununla ilgili bilimsel bir araştırma yapmış değilim ama Kışlak´tan 1939´da eğitmenlik kursuna giden Cuma Gündüz, Ahmet-Ali-Mehmet Yılmaz, Mehmet Türkkölesi, Rüstem Bilgin´in hem okullarda eğitmenlik yapmaları hem de köylülerini eğitmelerinin bu tercihte etkili olduğunu söyleyebilirim. Cuma Gündüz´ün 1940´lı yıllarda muhtarlığındaki aydınlanmayı, 1960´lı yıllarda Mehmet Yıldız´ın muhtarlığı döneminde yapılan atılımlar güçlendirdiğinden, o dönemlerde yetişen köy çocuklarının tercihlerinin daha çok bilinçli olduğunu da belirtebilirim.
Evet, “köküne barışık olmak” deyimini Hatay´ın başka köylerinden tanıdıklarıma, hatta başka illerden arkadaşlarıma sordum. Altınözü´nün Büyükburç köyünden şair-yazar dostum Halil Yılmaz, kendi yörelerinde kullanıldığını söyledi. “Yıldızları barışık olmak”, “kendiyle barışık olmak” gibi yaygın bilinen deyimler dışında, Anadolu ağızlarında kullanılanlar arasında “köküne barışık olmak” deyimi pek yaygın değildir. Bu deyimin, evlilikle ilgili verdiğim örnek olaydaki anlamı dışında “Köküne mi barışığık?” denildiğinde “biriyle ilişkileri koparmak”, “birini hasım görmek” anlamı da taşıdığını belirtelim. Dolayısıyla “köküne barışık olmak” deyimi, kişiler ve toplumlar arasındaki barışın sürekliliğini, dostluğun kadimliğini, devamlılığını vurgulamak için kullanıldığında, bu sözün çok değerli olduğunun altını çizmek isterim.
Deyimde geçen “kök” sözcüğüyle bağdaşarak oluşturulan birçok deyim, söz, kavram ve terim var. “Kök salmak”, “kökü geçmek”, “kökenbilim”, “kökleşmek”, “köksüzlük”, “köktenci”, “karekök”, “yumurtakökü”, “kökboyası” aklıma gelen ilk örnekler. Bunlardan “kökleşmek” ile “köksüzlük” arasındaki zıtlık ilişkisi üzerinde de durmak istiyorum. Halk arasında kullanılan bir söz üzerinden bu diyalektik ilişkiyi örnekleyebilirim. Bir insanın, herhangi bir varlığın ne ya da kim olduğunu öğrenmek istiyorsan, “Çek köküne bak.” derler. Bu, aynı zamanda bir varlığın evrimini, nereden gelip nereye gittiğini, kökenini öğrenmek gerekir anlamı taşır. Dolayısıyla doğadaki bütün varlıkların “Gaia”, yani karmaşıklık içinde bir uyumlaşma süreciyle nitelik veya anlam kazandığını görmek gerekir.
İlk insan topluluklarının neolitik döneme kadar mağaralarda yaşama kök salıp doğal olaylara karşı başarılı olmalarından sonra tarım devrimi, özellikle de sanayi devrimiyle birlikte bir “köksüzlük” duygusu ya da durumuyla karşı karşıya geldiğini söyleyebiliriz. İşte bu noktada “köküne barışık olmak” büyük anlam kazanmaktadır. İnsanların bu bilince kavuşmasıyla hem biyolojik hem de kültürel bakımdan daha gelişkin, koşulları uyumlu hale getiren insanın kökleşmesini sağlamak mümkün olur.