Halit KATKAT


Krizin sermaye ve emekçi tarafı

Halit Katkat


Kapitalist ekonomi kendi uzlaşmaz iç çelişkileriyle birlikte yürür. Bu nasıl olabilir; 'hem uzlaşmaz hem birlikte' diyenler olabilir. Ama bu kapitalizmin kendi işleyiş yasalarından yani bir zamanların söyleyişiyle onun 'fıtratından' kaynaklanıyor. Ülkemizdeki haberleri iyi kötü takip edenler bilir: Büyük firmalar ve bankalar durmadan karlarını artırıyor servetlerini büyütüyorlar. Diğer yandan işçi ve emekçiler açısından bakıldığında ise işsizlik artıyor, emeğiyle geçinenlerin alım güçleri düşüyor. Buna bir örnek: Ankara´daki Sincan OSB´de bulunan Arçelik bulaşık makinesi fabrikasının depoları tıka basa bulaşık makinası dolu; ama bir bakıyoruz 400 işçi kapı dışına konmuş. Bu durum çelişkili görünse de sitemin normal işleyişine uygundur. Kapitalizmin krizini Marks 'aşırı üretim krizi' olarak tarif ederken bunu sanki bu aşırı üretimden toplumun her ferdi yararlanıyormuş, bolluk bereket varmış gibi algılayarak karşı çıkanlar oluyor. Hal bu ki kapitalist, bir taraftan depoları aşırı üretimle doldururken bu malı üreten emekçiler aynı malı alamaz duruma gelirler. Depoları dolu olan kapitalist, kriz döneminde elindeki malları paraya dönüştürene kadar işçi sayısını azaltıp, çalışan işçilerin ücretlerini aşağı çeker. Böylece kapitalistin karı bir miktar azalsa da servetini büyütmeye devam ederken işçi ve emekçiler işsizlik ve açlıkla karşı karşıya kalırlar. 

Son verilere göre gelir dağılımında toplumun en alt düzeyindekilerin gelirden aldığı pay azalıyor, en üst düzeyindekilerin gelirden aldığı pay ise artıyor. Bu da, krizin yoksuldan zengine aktarım yapmak anlamına geldiğini gösteriyor. Bu aktarımın aracısı devlettir. Bunun somut örneklerini şöyle sıralayabiliriz: Devlet geçiş garantili köprüler yaptırıyor; yani garanti ettiği sayıdan az geçiş olursa aradaki farkı devlet bütçeden ödüyor. Yine şehir hastaneleri yaptırıyor; bu da müşteri garantili. Burada müşteri hasta oluyor. Eğer garanti edilen müşteri sayısından az müşteri gelirse aradaki fark bütçeden ödeniyor. Bütçeden yani vatandaşın cebinden ödeniyor. Çünkü bütçe vatandaşın ödediği vergilerden oluşuyor. Bu vergilerinde bir emekçi bir de zengin tarafı var. Yurttaşın vergisine, elektrik, doğal gaz vb. temel tüketim mallarına durmadan zam yapılırken ve emekçilerin borçlarında zerre kadar indirim yapılmazken bir bakıyoruz büyük firmaların vergi borçları siliniyor. Bunlar arasında Tuvtürk A.Ş, Akbank, Cengiz inşaat, Sabancılar, Ağaoğlu inşaat gibi büyük şirketler yer alıyor.
Emekçilerin maaşlarına yüzde 3-4 gibi cüzi zamlar yapılırken enflasyonun üzerinde zam yaptık demek için enflasyon düşük gösteriliyor. Sözleşme bittikten sonra emekçilerin tüketim mallarına zamlar yağıyor. Ama bu yüzdeli zamlar da işçiler için yanıltıcı ve esas sömürünün üstünü örtücü bir durumdur. İşçinin ürettiği malın değer artışı ile işçinin aldığı ücretin artışı arasında bir bağıntı yoktur. Bu da işçinin sömürüyü görmesini engelliyor. Dolayısıyla ücret artışı sanki yukarıdan veriliyor izlenimi yaratıyor. Halbuki 'verilen zam' işçinin yarattığı değerden çok küçük bir parça...
Bu durumu değiştirecek kötü gidişi tersine çevirecek olan işçi sınıfının kendisidir. Çünkü üretimdeki yeri, kitlesel oluşları ve doğrudan sömürüye maruz kalmaları dolayısıyla sermaye sınıfına karşı en kararlı ve tutarlı mücadele verecek sömürüyü ortadan kaldıracak, aynı zamanda diğer sömürülen sınıfları da kurtaracak sınıftır.
Bu durumda işçi ve emekçinin hakkını koruması gereken sendikalar işçinin taleplerini savunamıyor; çünkü onlar işçinin iradesini ve reflekslerini yansıtacak şekilde örgütlenmemiştir.