Müslüm KABADAYI


Mücadelenin sanatçısı: Yılmaz Güney

Müslüm Kabadayı


Bugünlerde okuyacağım kitapları sıraladım. Bazen aynı gün birkaç kitabı aralıklı okuyarak değişik tema-konular arasında yolculuk yaptığım gibi farklı üsluplarla estetik yapıtları özümsemeye çalışıyorum. Sabah kalkıp elimi yüzümü yıkadıktan ve temiz suyumu içtikten sonra ilk işim şiir kitaplarından birini alıp birkaç şiir okumak. Bugünlerde Hüseyin Ozan Uyumlu´nun “Yol Divanı” kitabındaki şiirleri okuyup bitirdim sabahları. Kahvaltıdan sonra Sadık Güvenç´in “Hırsızın Teki” öykü kitabına daldım. Akşam serinliğinde Muhittin Çoban´ın yeni romanı “Edepsiz”i okumaya başladım. Karanlık çöktükten sonra da Alper Birdal´ın “Hegemonya Bunalımı ve Çin” başlıklı ekonomipolitik çalışmasını incelemeye çalışıyorum. Günün son okuduğum kitabıysa Yuri Gagarin´in “Yıldızlara Çıkan Yol” yapıtı… Tatil döneminde verimli bir okuma günlüğüm bu. Başka zamanlarda bu okuma disiplini ve veriminin üçte birini ancak gerçekleştirebiliyorum. 

Lise çağımdan beri, yani 45 yıldır not alarak ya da kitapların üzerinde çizimler yapıp notlar düşerek okuma yapıyorum. Okuduğum kitaplarla ilgili tanıtım, değerlendirme ve eleştiri yazıları kaleme alırken de bu notlardan yararlanıyorum. Bugün bitirdiğim “Yıldızlara Çıkan Yol”un sayfalarına şöyle bir baktığımda nerdeyse her sayfada altını çizdiğim cümleler, sözcükler ve düştüğüm notlarla karşılaştım. Sanıyorum 45 yıldır ilk kez bu yoğunlukta çizim ve not düşme işlemi yaptığım bir kitap okudum. Birkaç cümleyle bu kitaba ilişkin duygu ve düşüncelerimi ifade ederek sinemamız kadar edebiyatımızın, aynı zamanda siyasetimizin önemli simalarından Yılmaz Güney´le ilgili duygu, düşünce ve görüşlerimi dile getirmek istiyorum.
Yuri Gagarin´in adını 1969´da ilkokul 3. sınıftayken öğrenmiştim. Ne yazık eğitimin içeriği Amerikancılar tarafından belirlendiği için uzaya çıkan ABD´li astronotlar kitaplarda yer alıyordu. Muhtar olan dayıma gelen bir gazetede, uzaya çıkan ilk kozmonotun Yuri Gagarin olduğu yazıyordu. Bu bilgiyi öğretmenimiz ve arkadaşlarımızla paylaştığımda şaşırdıklarını hatırlıyorum. “Yıldızlara Çıkan Yol”da çocukluğundan itibaren yaşadıklarının, yaptıklarının, tanık olduklarının, okuduklarının imbikten süzülmüş derin ve yumuşak bir anlatımı söz konusu uzay insanının. Şu söz ona rehber olmuş hep: “Ateş güçlüdür, su ateşten güçlüdür, dünya sudan da güçlüdür fakat en güçlü olan insandır.” Devamında da uçuş kulübü başkanının, “İrade gücü sağlam olan bir insan, öz disiplini ve her anını verimli kılma becerisi ile dikkat çeker” sözünü aklından hiç çıkarmaz. Onun beynine mıh gibi çaktığı sözlerden birini de babası söyler: “Sağlam değirmen, her zorluğu öğütür; zayıf değirmen ise kendini öğütür.” Bu buram buram hayat kokan sözlerle eğitilen, ilk sosyalist ülkenin atılım döneminde kendini geliştiren Yuri Gagarin´in 12 Nisan 1961´de uzaya çıkmadan önce yaptığı konuşmanın şu bölümü, günümüz insanının çürütülen dünyayı kurtarması için kılavuz edinmesi gereken temel yaşam felsefesini dile getirmektedir: “Sonra, üstlendiğim bu olağanüstü büyük sorumluluğu düşündüm. İnsanların nesiller boyu hayal ettiği şeyi ilk gerçekleştirecek kişi olmak, insanlığın uzay yolculuğunun önünü açmak… Bundan daha karmaşık bir görev düşünebiliyor musunuz? Bu sorumluluk sadece bir kişiye ya da birkaç kişiye yahut da bir grup insana karşı değil. Bu, bütün Sovyet halkına, bütün insanlığa, bugünümüze ve yarınımıza karşı bir sorumluluk. Bu uçuşu yapmaya karar vermişsem, bu yalnızca komünist olduğum içindir ve yakın geçmişimiz, ülkemin insanlarının, Sovyet halkının eşi görülmedik kahramanlıklarıyla dolu olduğu içindir.”
Yuri Gagarin´den üç yaş küçük olan Yılmaz Pütün, kapitalist Türkiye´nin kalbinin attığı tarım ve sanayinin başkenti Adana´nın Yenice köyünde doğduğu ve buradaki zorluklarla boğuşarak büyüdüğü için suyu sert verilmiş bir çelik gibidir. Sinemayla birlikte Güney soyadını kullandığını bildiğimize göre, ikisini de YG olarak kodlayabiliriz.1930´lu yılların çocukları olarak ikisi de zor koşullarda büyümüş; biri Sovyetler Birliği´nin hızlı sanayileştiği ve her alanda kalkınma savaşı vererek Sovyet halkına sosyalizmin olanaklarını sunduğu dönemin olanaklarından yararlanırken, diğeri sınıf mücadelesinin keskin hatlarıyla yaşandığı Adana´da çocuk işçi olarak zorlukları yenmeyi öğrenmiştir. Zıt toplum biçimlerinde yaşamalarına karşın ikisinin ortak özelliği komünist olma mücadelesi vermeleridir. Bu, her koşulda zorlu bir mücadeledir; özellikle kapitalist Türkiye´de daha da zordur. Yuri, bu zorluğu Sovyet devletinin olanakları ve halkının desteğiyle aşarken; Yılmaz, Türkiye´nin hapishanelerini okula, işyerine çevirerek yenmeyi başarmıştır. 1961´de Yuri uzaya çıkarken, Yılmaz aynı yıl ‘komünizm propagandası yapmak´tan hapse atılmıştır. Birbirinden habersiz ama aynı amaç için yaşamını ülkesine, halkına ve insanlığa adamayı benimsemiş tüm insanlar gibi Yuri ve Yılmaz´ın ortak özelliği, hep sınırları zorlamak ve kendini aşmaktır.
Yılmaz Güney adını ilk kez, 1960´lı yılların ikinci yarısında yedi yaşındayken Mehmet ağabeyimle Ceyhan´ın Baklalı köyündeki açık hava sinemasında izlediğim “Hudutların Kanunu” filminden öğrenmiştim.Pamuk toplamaya ya da tütün işçiliğine giden köylülerimle birlikte Çukurova sıcağıyla baş etmenin zorluklarını yaşayan bir çocuk olarak, Yılmaz Güney´in otoriteye başkaldıran Anadolu çocuğunun dünyasını işleyen filmlerinin toplumsal ve siyasal sorunları işleyen filmlere evrimle sürecine, 1971´de kaydolduğum Düziçi İlköğretmen Okulu´ndayken okulumuzun ya da Haruniye´deki Haydar Algan´ın sinemasında izlediğim Umut, Acı ve Arkadaş filmlerini izleyerek tanık olmuştum. Özellikle “Arkadaş” filmindeki “şapkalı Adem” esprisi, sözcüklerin anlam dünyasına merakımı kamçılayan unsurlardan biriydi. Tabi o filmle tanıdığımız Melike Demirağ´ın daha sonra önemli solcu müzisyenlerden biri olarak da belleğimizde yer etmesine karşın, 12 Eylül sonrası kendini yenileyememesi de dikkatimi çekmiştir. Yeri gelmişken bir tesadüfler manzumesinin bendeki yansımasını da dile getirmek isterim. 1984´te kısa dönem er olarak askerlik yaptığım Sivas´taki 5. Er Eğitim Tugayı´na bağlı 48. Piyade Alayı´nın öbür tarafında da Temeltepe askeri birliği vardı. Arkadaşlarımız, Yılmaz Güney´in burada askerlik yaptığını anlatırlardı. Onun döneminde Temeltepe´nin değiştiğini, Tugay komutanının ona ağır ceza vermesini birlik komutanın sahiplenerek önlediğinden tutun da İstanbul´dan gelen konuklarını ağırlamasına kadar çeşitlenen hikayeler dile getirilirdi. Gittiği her yerde hem “Çirkin Krallığı” hem de komünistliğiyle saygı uyandıran, aynı zamanda insanları etkileme, muhabbet kurma yeteneği güçlü olan Yılmaz Güney´in efsaneleştirildiğine tanık olmuştum. Oradayken bir şey daha öğrenmiştim; Arkadaş filminde politikleştirmeye çalıştığı genç kadını oynayan Melike Demirağ´ın ailesinin, Sivaslı olup Cumhuriyet´in ilk döneminde ciddi atılımlar yapan Nuri Demirağ´la bağını kurmuştum. Daha sonra Sivas Havaalanı´na onun adının verildiği de biliniyor tabi. 1984, aynı zamanda Yılmaz´ın, toplumcu sinema sanatımızın önemli işaret fişeklerinden Güney´in Paris´te mide kanserinden yaşama gözlerini yumduğu yıldı. Bu haberi, Sivas´tan sürgüne gönderildiğim Pınarhisar´da öğrendiğimde, başımdan aşağı kaynar suların döküldüğünü hissetmiştim. Kuleli Askeri Lisesi´nde Edebiyat Öğretmenliği yapan ve kıta eğitimine bizim bölüğe verilen üsteğmen de Yılmaz Güney´i sevdiğinden, saatlerce onun filmleri üzerine konuşmuştuk. Tabi yazarlığını da ihmal etmemiştik. Özellikle “Salpa” ve “Boynu Bükük Öldüler” üzerine sohbet ederken, liseli olduğum yıllarda bu kitapları okurken neler hissettiğimi komutana söyleyemediğimi de belirtmeliyim. Her ne kadar sürgün alayında olsak da, askeri bir ortamda olduğumuzu ön planda tutmak zorundaydık. Komutana, Güney dergisinde yayımlanan Yılmaz Güney´in siyasi ve sanat anlayışını kaleme aldığı yazılardan hiç söz edemedim örneğin. Yine de, 12 Eylül koşullarında Yılmaz Güney sineması ve edebiyatıyla ilgili bir komutanla söyleşmek bile çok değerliydi. 

Pınarhisar´dayken ben 24 yaşındaydım; Yılmaz Güney´se 47 yaşında aramızdan ayrılmıştı. Üstelik de en üretken ve verimli olabileceği bir zamanda. Bu, sol-sosyalizm düşmanı tüm yönetimlerin egemen olduğu ülkelerde, baskıcı kişilerin yönetici olduğu tüm birimlerde yaşanan acı bir gerçektir ki, Yılmaz Güney gibi üretici-yaratıcı bir beyin sürgünde ölmüştür. Üstelik memleket özlemine, halkının 12 Eylül faşizmi koşullarında yaşamasına dayanamayarak… Onun aramızdan ayrılmasından 25 yıl sonra Paris´te kızımız İlkyaz, kuzenim Mehmet Kabadayı ve şair dostumuz İbrahim Deniz Aslan´la mezarını ziyaret ettiğimizde gözyaşlarımıza hakim olamamıştık. Bu topraklar nice yetenek, kendini ülkesinin sömürüden kurtulmasına, halkının özgürleşmesine adayan nice devrimci ve sosyalist sanatçı yetiştirirken, elinde tırpanla dolaşan emek ve aydınlanma düşmanlarının o değerleri nasıl acımasızca biçtiklerini düşünmüştük mezarı başında. Tabi oraya çok yakın yerde yatan Ahmet Kaya´nın mezarı başında türkülerini söylerken de…
2016 yılıydı sanırım; Osmaniye´de İbrahim Çenet öncülüğünde düzenlenen Çardak etkinliğine gitmiştik. Oraya Abdurrahman Keskiner de gelmişti ve Yaşar Kemal´le ilgili anılarını anlatıp düşüncelerini dile getirdi. Yılmaz Güney´den söz etti tabi. 1965´te tanışmalarından ve Güney Filmi kurmalarından itibaren birlikte çalışan, özel yaşamlarına tanık olan Keskiner´in söyleşilerinde, yazılarında Yılmaz Güney´in zaaflarını da anlattığını biliyoruz. Hem kadınları aşkla seven hem de onlarla ölümcül sınırlarda dolaşan, şiddet uygulayan bir yanının olduğu biliniyor. Özellikle Nebahat Çehre´nin başına bardak koyup gerçek mermiyle nişan alarak onu paramparça etmesi, bu korkuyla İstanbul´u terk etmeye çalışan karısının bindiği trenin önüne otomobilini çekerek Çehre´yi trenden alıp İstanbul´a dönüşü gibi olaylar, böyle karakterlerin bıçkın, uçlarda dolaşan özellikleridir. Oğlu Yılmaz Pütün´ün dile getirdiği gibi, onun gibi cesur ve bazen delicoş bir kişilik, sinirlerine hakim olamayıp yaşamının erken parçalanmasına ve ölümün erken davetine de yol açabilmektedir. Bu yönlerinden de ders alınması gereken bir sanatçı kişiliktir Yılmaz Güney.
Yağmacı-talancı yönetimlerce ülkemizin yangın yerine döndüğü bugünlerde yeniden düşünüyorum. Bu ülkenin her bölgesindeki verimli topraklardan yetişen böyle yeteneklerin, cesaret ve mücadele sembolü insanların mirasını daha gelişkin biçimde şaha kaldıracak yeni kuşak nasıl yetiş(tiril)ir? Türkiye´nin en uzun ve en güzel yıllarının, 1960´lı yılların çocuğu olarak, eğer insan türü beynini yitirmezse, hatta tür olarak yok olmazsa, bu mirası şaha kaldıracak yeni nesil devrimci-sosyalistler hayata damgalarını vuracaklardır, diye düşünüyorum. Çünkü, doğanın ve insan türünün bu yağmacılar düzenine dayanması, hatta teslim olması mümkün değil. Çünkü, böyle bir şey gezegenimizin yok oluşunu hızlandırır.
İyi ki Yılmaz Güney gibi bereketli topraklardan fışkırmış devrimci-toplumcu sanatçılar yapıtlarıyla yüreğimize dokunmuş, bilincimizi açmışlar.