Leman GÖÇMEN


Samanın Hikayesi

Epey zamandır bir saman hikayesi aldı gidiyor.


Epey zamandır bir saman hikayesi aldı gidiyor. Ama benim gibi samanın, hele de köylerde nelere lazım olduğunu bilseler herkes de dört elle benim gibi samana sarılırdı. Zira köylü dediğimiz toplumun evinden tarlasına, inek ve atının yemine, tavukların yaşam ortamlarına kadar… Herkes de yazarı çizeri, hükümetiyle elele verir, bunlara çözüm üretelim derdi.

Dün çiftçi dediğimiz vatandaşlarımızdan biri televizyonda yüzünde büyük bir yeisle samanı anlatıyordu: “Şu anda samanı en az veren bir tür buğday ekiliyor. Bilerek veya bilmeyerek… Ancak kış geldiği zaman o saman, hiçbir çiftçiye yaramıyor. Kış geldiğinde ister istemez dışarıdan saman almaya, bulunamayınca da hükümet ithal etmek zorunda kalıyor.”
Çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla, buğday hasadından sonra –benim anlattığım da kara saban dönemidir- dayılarım önce samanı at arabalarına yükler, evimize getirirlerdi. Dam dediğimiz- saman, hayvan konan birim- odalara yerleştirilirdi. Erzak dediğimiz kendi yiyeceklerinden önce, hayvanlarını düşünürlerdi.
Saman sadece hayvan yiyeceği değildir. Bir nevi kümestir. Kışın tavuklar, kışın hava açıkken dışarda dolaşır, yemlenir, doğru samanlığa giderler. Yemlenir, yumurtlamak için sürü sürü samanlığa koşuşurlar. Onlar için yaban hayvanlarının giremeyeceği kadar toprak hizasında delikler açılır, oradan samanların içine girerler, yaptıkları folluklara yumurtalarını bırakırlar., bizler de toplardık. O günden bugüne kadar ben o samanlıktan topladığım yumurtaların hazzını çarşıdan aldığım hiçbir yumurtada bulamamışımdır. Öbek öbek samanların tepesine tırmandığım, oradan tavukların insanlardan gizlemeye çalıştığı kuluçkaya yatıp, yavrularını çıkartacağı pinnik dediğimiz yerlere saklamaya çalışırlardı. Biz çocuklar olarak, onları bulduğumuz zaman o yumurtaları alıp kuluçkasını bozduğumuz zamanlar olmuştur. Bu yüzden azarlarlar işittiğimiz zamanlar da olurdu. Bir daha yapmayın diye tembihler alırdık. Bulamadığımız zamanlar olduğunda tavuk 20 gün sonra arkasında 15-20 civcivle cak cak diye ortaya çıkınca bütün ev halkı sevince boğulurduk.
Saman, bundan da ziyade… köylü evlerini kendisi yapardı. Sıvası için de çimentosu, kireci olmaz ve toprağın içine saman-tuz karıştırarak evlerinin sıvasını yaparlardı.
Aradan 40 yıla yakın zaman geçmişti. Nergizlik´ten bir bahçeli ev almıştık. En güzel tarafı o evin kendine ait bir kaynak suyu vardı. Her gün iki defa dolardı. Sabah akşam o bahçe o suyla sulanırdı. Anneciğim orada köy kökenli olduğu için çok mutlu olmuştu. Orada çok güzel tavuklar ve sağlıklı horozlar yetiştirmişti. Beni de köy tavuğu yemeye bağımlı yapmıştır. Bir gün sabah, “Gel Leman, bak ne göstereceğim” diye çağırdı. Evimizin hemen çok yakınında hambeles ağaçları vardı. Birkaç adım yürüdükten sonra şöyle başını eğdi, ağacın yapraklarını aralayınca 15-20 tane yumurtanın orada yattığını gördüm. Bir anda anneme sarıldım, ikimiz de o köydeki günleri hatırlamıştık.
Şimdiki Gıda Tarım ve Hayvancılık bakanımızın da zaman zaman toprakların ekimi, ziraata ve köylüye destekleriyle ilgili açıklamaları hoşuma gidiyor, ancak bunun yetersiz olduğunu gidip bizzat gördüğüm olaylardan biliyorum. Şöyle ki, benim o büyüdüğüm evdeki büyük dayımın 7 tane oğlu vardır. Bunların karınları doymaz diye 4´ünü okuttu. 2 tanesi de Almanya´ya gitti. Bir küçük oğlu, Dede kaldı. Ancak o ekip biçebiliyor şimdi. Daha önceki yıllarda annemle gitmiştik bir gün; “Kardeşim neden öyle yaptın, çocukları okuttun. Elinden tutan kimse yok, kim ekecek tarlaları” demişti. O da , “Bacım bende 10 çocuk oldu, 7 oğlan, 3 de kız. Onlara buradan çıkacak ekmek yetişmez. Birbirlerine düşerler. Herkes ekmeğini bulsun, ben de mezarımda rahat yatabileyim” diye cevap vermişti.
Dayımın bu düşüncesinin yarısı haklı yarısı haksızdı bana göre. Şimdi herkes buğdayını, bulgurunu satın alıyor, bir tek Dede kaldı. Dayım bir gün, “Devlet gelip pamuğumuzu, buğdayımızı alıyor. Paraya gelince Çukobirlik´in kapısına gelip gitmekten helak oluyoruz. Aylarca işimizden oluyoruz, vakit de gidiyor, ama paramızı alamıyoruz” demişti. Köylünün satacağı yer de gösterilmemişti o zamanlar. Belki iyi niyetlerle yapılmıştı Çukobirlik ama, gerçek anlamda köylünün çok işine yaramadı.
Bir de Zirai Donatım vardı. Sözde köylünün tohumunu, gübresini alacağı bir yerdi. Yanlışlarım olabilir, bildiğim kadarıyla söylüyorum pek çok şeyi, oradan da köylünün çok mutlu olduğunu pek görmedim. Bu yüzden ülkemizdeki ziraat gittikçe geriledi. Köyler şehre aktı. Şimdi büyük çiftçiler, ağalar bile –zaman zaman sohbetlerimizde bunları konuşuruz, “Keşke geriye dönme imkanı olsa da o güzelim karakılçık buğdaylarımızı ekebilsek.” Karakılçık bu bölgenin en lezzetli ve sağlıklı buğdayıdır. Ağalarımız bu buğdayı hala kendilerine yetecek kadar ekiyor, duyuyorum. Çünkü verimi azdır. Onun için, “Bunların yerine verimli olanı tercih ediyoruz” diyorlar. Bana kalırsa ufak çiftçimizde daha rahat olsa ekebilmeli, ağız tadıyla alıştığı buğdayını ekip biçmeli. Bilmem hangi devletten gelecek tohumlara mahkum olmadan elinden tutulmalıdır. Şimdi ben sadece bakanımızın değil başbakanımızın da , cumhurbaşkanımızın da bu konuyu bir devlet politikası olarak masaya yatırıp hatta köy köy gezip ekilmeyen tarlaların sahiplerini bulup onları ellerinden tutulmalı ve ekip biçmeye özendirilmeliler.
Son olarak bir kayısımız vardır, dünya üzerinde meşhurdur. Dün akşam kayısıyı ele almıştı. 4 tane ülke sayıyor. Amerika, Almanya, Fransa, İspanya´yla birlikte Türkiyeyi de 5. ülke olarak ekliyor. Bunların başında en büyük üretimi Türkiye yapıyormuş. Ancak ihracata geldiği zaman Amerika 160 milyar dolarlık ihracat yaparken, Fransa kayısıyı bizden tazeyken alıp işleyerek Amerika´dan sonra en çok ihraç ediyormuş. Almanya da ondan sonra geliyor. Bizden aldıkları da gerçek. Onlar da işleyip ihracatlarını yapıyorlar. Biz neden en sonuncu oluyoruz, yani sıralamanın beşinci si oluyoruz? Bunun sebeplerini devlet ve millet olarak hep düşünmeliyiz.
Kurtuluşumuz bu güzel topraklarda üretilenleri, üretenleri kollamaktan geçiyor.
Bazen diyorum ki, “Ey garip Leman Göçmen, senin kargacık burgacık yazılarına kim değer verir ki!”
Yine de ben umutlarımı kaybetmeyerek Cumhuriyetimizin ilk yılları gibi büyük bir atakla hükümet ve millet olarak dışarıya bağımlılığımızdan kurtulmayı diliyorum. Büyük bir atakla kalkınacağımızı umuyorum.
Hoşçakalın.