Haşmet KOLAĞASI


Şeker hastalığının hangi basamağındasınız

Mehmet Haşmet KOLAĞASI


Hastalıkların teşhis ve tedavisi tamamen yetkili tıp mesleği mensuplarının işidir. Bizim anlatacaklarımız bilinçli hastaların deneyimleri ve konunun uzmanlarının öngörülerinin bir araya getirilmesi ve araştırmacılarla bilinçli hastalara faydalı olma çabasının bir ürünüdür. 

Şeker hastalığı ya da diyabet denince kandaki şeker seviyesinin normal değerleri olarak kabul edilen 80-110 referans aralığının üstünde olması akla gelir. Ancak bu hastalık çok daha ayrıntılı tanım ve basamaklara sahiptir. Şeker seviyesinin yüksekliğine göre vücuda ve organlara vereceği zarar da artar. Kalp- damar sistemine verdiği zarar, göz ve böbrek gibi organların tahrip olması akla gelen ilk etkilerdir. Ancak hastalığa karşı tedbir olarak yaşam tarzındaki olumlu değişiklikler ve dengeli beslenme şeker hastalarının uzun yaşamasına ve yaşanabilecek diğer hastalıklara yakalanılmamasına da ortam hazırladığı gözlemlenmektedir.
Şeker hastalığı tip-1 ve tip 2 olarak, oluş şekline göre ikiye ayrılır. Tip-1 diyabet daha çok kalıtsal, doğuştan veya çok küçük yaşlarda olmakta ya da meydana çıkmaktadır. Bu tip şeker hastalığının son evresinde pankreas, insülin salgılamadığından dışarıdan enjeksiyonla insülin alınarak hayat idame edilmektedir. Ayrıca bağışıklık sisteminin Pankreastaki insülin üreten beta hücrelerini düşman kabul ederek imha etmesi sonucu pankreas insülin üretme kabiliyetini kaybeder. Burada erken safhada uzmanlarınca bağışıklık sistemi sapmalarındaki tedavi uygulaması ile netice alınabileceği iddia edilmektedir. Ayrıca pankreas beta hücrelerine olan bağışıklık sisteminin reaksiyonu tedavi olduktan sonra, kök hücre çalışmalarıyla beta hücrelerinin yerine yeniden konulmasıyla hastaların yeniden sağlığına kavuşması ihtimali araştırılmalıdır. Uzmanlarınca kan aldırma ya da hacamat tedavisi sadece bağışıklık sisteminin aşırı çalışması ile ilgili hastalıkların tedavisinde etkili olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Buraya kadar anlattıklarımız Tip-1 diyabet ile ilgiliydi, ancak bizim buradan sonraki konumuzu tip-2 diyabet oluşturacaktır.
Tip-2 diyabet; yanlış tarz beslenme, yaşam tarzı, yaşlanmaya ve yıpranmaya bağlı olarak kandaki şeker seviyesinin normal referans aralıklarının üzerine çıkmasıdır. İnsan; enerjisini karbonhidrat, yağ ve proteinlerden elde eder. Karbonhidrat ve yağın kimyasal birleşimi COH atomlarından meydana gelir. Karbonhidratlar doğalgaz gibidir ve vücutta en az atık madde bırakan enerji kaynağıdır. Karbon; karbondioksite, hidrojen de suya dönüşür. Karbonhidratların en iyi kaynağı tahıllardır. Karbonhidrattaki nişastalar şekere dönüşür, Şeker, karbonhidratların en son şeklidir ve hücre içine girerek orada enerjiye dönüşür. Ancak hücre içine girmesi için bir pasaporta ihtiyacı vardır. Şekerin pasaportu insülindir, insülin olmadan hücre içine giremez. Proteinin kimyasal yapısı ise fazladan azot içerir, yani COHN atomlarından meydana gelir. Proteinin enerji olarak kullanılabilmesi için önce azottan yani N´den ayrılması gerekir. Ayrıldıktan sonra serbest kalan azot önce amonyağa dönüşür bu vücut için zehirlidir ve sonra ürik asite dönüştürülerek böbreklerden dışarı atılır. Bu işlemlerin aşırısı karaciğer ve böbrekleri yorar. Kandaki ürik asit seviyesinin yüksekliği de birçok hastalığın sebebidir. Her ne kadar enerjimizin bir kısmını proteinlerden karşılamamız gerekse ve yağlarla beraber insülin direncine yol açmasa da gerçek enerji kaynağımız karbonhidratlardır. Beslenme pramidi azdan çoğa doğru; yağ, protein, meyve, sebze, bakliyat ve karbonhidrat olmalıdır. Orta yaştan itibaren lezzetli ev yemekleri yerini dengeli ve sağlıklı beslenme diyetlerine bırakmalıdır.
Proteinler ise dış dünyada kömürden enerji elde etmenin vücuttaki karşılığıdır. Vücut yapı taşı olan proteinin ihtiyaç kadar alınması sağlık için çok önemlidir. Aslında dengeli beslenmenin temeli her gıdadan ihtiyaç kadar; yani yeterli karbonhidrat, yağ ve protein almaktır. Yağlar ise vücudun uzun vadeli enerji stoklarıdır. Dengeli beslenen ve düzenli beslenen kişi önce karbonhidratları, sonra proteinleri, en son yağları enerji olarak kullanır. Bu işlemler sırasında her canlı gibi insan da sindirim sonrası asit açığa çıkarır. Meyve şekerinden sirke açığa çıkaran, sütten yoğurt (asitli) oluşturan mikroorganizmalar gibi. Karbonhidratlardan sitrik asit, proteinlerden ürik asit, yağlardan keton asit açığa çıkar. Asitlerin kanda yüksek olması asidoz ve koma nedenidir. İdrarda keton çıkmaması karbon hidratlardan enerji üretildiğine ve sağlığa işaret olarak görülür. Ancak, diyetisyenler için idrarda az bir miktar keton bulunması dengeli beslenmenin ve fit olmanın bir ölçüsü olarak kabul edilir. Zira en son yağlar yakılır bu da fazla karbonhidrat alınmadığı, dengeli beslenildiği, öğün aralarının uzun tutulduğu, diyetin suistimal edilmediği, glisemik indeksi düşük ve orta besin türlerinden yararlanıldığını ve vücut yağlarından yakıldığını işaret etmektedir.
Glisemik indeks, gıdaların şekerinin kana karışma hızını gösterir. Protein ve yağlar en düşük, bakliyat ve sebzeler düşük, işlenmemiş ya da az işlenmiş karbonhidratlar orta, işlenmiş karbonhidratlar mesela işlenmiş tahillar yüksek, şeker ise en yüksek glisemik indekse sahip gıdalardır. Fruktozun, önce karaciğerde bir işlemden geçmesi gerektiğinden meyveler orta seviyede sayılır. Gıdalar doğal şekliyle her üç gıda türünü farklı oranlarda, birlikte içerirler. Glisemik indeksi düşük ve orta gıdalardan yararlanarak istikrarlı bir enerji seviyesi uzun süre sağlanmış olacaktır. Ancak gıdalar işlendikçe lezzeti artar ama şekeri kana hızla geçecek şekli alır. Bu da aşırı insülin salgılanmasına sebep olacaktır.
İnsüin direnci, hücrelerin insülin kullanma kabiliyetinin çok azalması anlamına gelir. Kan şekeri yüksektir, ama insülin de fazla olduğu halde şeker hücre içine alınamamaktadır. Yani sokakta turist vardır, pasaportta vardır, ama otellerde yer yoktur, yani şeker de insülin de damarda bol miktarda bulunmaktadır, hücre şekere de insüline de doymuştur. İnsüline ve karaciğere şekeri yağa çevirip depolamaktan başka yol kalmamıştır, bu arada yüksek insülin ve şeker miktarı hücre, organ ve hatta ruh sağlığını (!) kemirmeye devam eder. Yani düşünülenin aksine şeker hastalığının bu evresinde kanda fazlasıyla insülin vardır. İnsülin direncinin en önemli belirtisi göbek ve beldeki yağlanmadır.
Reaktif hipoglisemi, alınan yüksek şekere vücudun tepki göstermesiyle insülin patlamasının meydana gelmesi, şekerin trigliserit olarak damarlarda dolaşması ve yağ olarak depolanması sonucu kandaki şeker seviyesinin, normal seviyenin bile altına, mesela 60 civarına düşmesidir. Bu safhada insan açlık krizine girer ve sık sık işlenmiş karbonhidrat alınarak yağ olarak tekrar tekrar depolanır. Hipogliseminin uzun sürmesi tansiyonun yükselmesine de yol açmaktadır. Nihayet glisemik indeksi düşük gıdalarla dengeli bir öğünden sonra tansiyon ilaçsız normale döner, bu fasit daire de sona erer. Bu nedenle gece vücut yağ yakmaya alıştığından sabah uzun süre insan acıkmaz ve şeker seviyesi de normaldir. Bazen reaktif hipoglisemi insanı komaya sokar, bunun anlaşılamadığı zaman ve toplumlarda sağlıklı bir insan mezara dahi giderdi. Buna tedbir olarak, şeker ihtiyacının yüzde 10´u böbrekler tarafından üretilir.
Karbonhidratlar beş nişasta çeşidi ihtiva eder. Anlaşılsın diye A, B, C,D, E diye adlandıracağımız bu nişasta gruplarından sindirim sisteminde birincisi yarım saatte şekere dönüşürken, diğerleri de bir üst nişasta gurubuna dönüşür. Böylece toplam karbonhidrat gurubu iki buçuk saatlik vücudun şeker ihtiyacını karşılamış olurlar. Buna posalı olmaları da eklenirse bu, daha uzun bir süreyi alır. Bundan sonra fazla alınmış proteinler devreye girer, acil durumlarda kullanılması için kaslarda glikojen bulunur, hayvansal protein aldığımızda bu glikojeni de almış oluruz, proteinlerden sonra vücut yağ yakmaya başlar, bu altı saatlik hatta on iki saatten daha uzun bir süre enerji ihtiyacının sağlık sorunu ve insülin direnci yaşanmadan karşılanması demektir. Bu mükemmel düzeni bozacak tek şey arada şeker veya şekerli, rafine, kola ve hatta aşırı kafein içeren gıdalar almaktır. Ancak karbonhidrat almazsanız yağlarınız yanında kaslarınızı da enerji olarak kullanırsınız. HASTALIK HASTASI ŞİKAYETLERİMİZ, BEBEKLİKTEN İTİBAREN BAŞLAYAN HUYSUZLUK, ASABİLİK, AĞITÇILIK, GEÇİMSİZLİK, İLK OKULDA BAŞLAYAN VE GECE ACİL SERVİSLERE TAŞIYAN VE KARŞILIĞI OLMAYAN ÇOCUK ŞİKAYETLERİ; İLERDE PSİKİYATRİK YARDIM ALMAYA, MİGRENE KADAR TAŞIYAN BU ŞİKAYETLERİN TEMELİNDE ÇOCUKLUKTAN BAŞLAYAN ŞEKER VE ŞEKERLİ ATIŞTIRMALAR YEME VE İÇME ALIŞKANLIKLARI, GLİKOZ İNTOLERANSI VE REAKTİF HİPOGLİSEMİ ATAKLARI VARDIR. İki- üç nesil önceki atalarımız bu belirtilere karşı ara öğün olarak tuzsuz leblebi yerlerdi. Onlar karbonhidrat, yağ ve protein ihtiva eden bakliyatın bu safhayı atlatmadaki önemini fark etmişlerdi. Şekerin yanında, yüksek kafeinli gıdalar ve bunun sonucu böbreküstü bezlerinin salgıladığı yüksek adrenalin karaciğerdeki şeker depolarını dolaşıma katar ve pankreasa baskı yaparak insülin patlamasına neden olarak reaktif hipoglisemi ve şikayetlerine yol açar. Alkolün şekerden üretildiği ve alkol alındığında şeker etkisi yapacağı da unutulmamalıdır. Fazla alınan şeker bağırsaklarda kandida mantarları vasıtasıyla alkole dönüştürülerek vücuda geçer, bu da alkol almadan siroz vakalarını açıklamaktadır. Bağırsaklarda şeker, kandida mantarlarını artırıp, probiyotik bakterileri azaltmaktadır. Kandida mantarlarının çoğalması ile kan dolaşımına sızmasının, alerji dahil çok tehlikeli hastalıklara yol açacağı da akılda tutulmalıdır. Bu durum bağırsaklarda mutluluk hormonu olan seratonin üretimini de azaltmaktadır.
Homa testi, insülin direncinin seviyesini tespit eden bir testtir. Açlık insülin miktarı ile açlık kan şekeri miktarının çarpılmasının 405´e bölünmesi ile bulunur. Normal ortalama sonuçları dikkate aldığımızda, (şeker 87x insülin 8/405=1,72) sonucu çıkacaktır. Konunun uzmanları sonucun 2´nin altında olması gerektiğini söylemektedirler. Bu durumda (1,50- 2) arasının normal kabul edilmesi gerekir. Konunun ulusal ve uluslararası uzmanları açlık insülin miktarını da en fazla 5-10 aralığında göstermektedirler.
Tip 2 diyabetlilerin pankreası insülin üretmemeye başladığında Tip-1 diyabetlilerle ortak özelliğe sahip olurlar, yani dışarıdan insülin almak durumunda kalırlar, ne zaman ve ne kadar alacakları çabasını bundan sonra vücutları yerine kendileri göstereceklerdir. Hızlı ve kısa süre, uzun süre ve bunların karması orta süre olarak etki eden üç tip insülinden biri hastaya göre reçete edilir.
Reaktif hipoglisemide üç ana öğün ile üç ara öğün ve glisemik indeksi düşük gıdalar tavsiye edilmektedir. Japonya´da yapılan bir araştırmada ise en sağlıklı metabolizmanın 6 saatlik aralarla 18 saatte üç öğün yemekle sağlandığı bildirilmektedir. Aynı şekilde orucun da vücudun unuttuğu yağlardan enerji üretmeyi yeniden vücuda hatırlattığı bildirilmektedir. Metabolizmanın en sağlıklı çalıştığı evre kendi yağlarından enerji üretildiği evredir.
Şeker hastalığının başlangıç evresi insülin direnci ve reaktif hipoglisemi dönemidir, şeker normal çıksa da… İkinci evre insülin direncinin olduğu, şekerin yükselmeye başladığı evredir. Üçüncü evre insülin miktarının normalin altına düşmeye başladığı ve kilo kaybının başladığı evredir; zira şeker, kullanılamadan idrarla atılır. Son ve dördüncü evre ise insülin üretiminin durduğu ve insülin desteği alındığı evredir. İnsülin, fazla alınan besini vücutta depolar ve büyüme hormonu gibi çalışır, az alındığında depoların kullanılmasını sağlayarak kilo kaybına yol açar.
Uzmanlarca on bin adım atmanın şeker hastalığı için ilk üç safhada en iyi tedbir olduğu söylenmektedir, yani aldığınızı yakmalısın. Diğer bir anlatımla yediğin kadar yak; ya da yaktığın kadar ye. Yani sihirli formül hareketli bir hayat ve dengeli beslenmedir. Bugün bunu kolaylaştıracak çok etkili metotlar ve ilaçlar geliştirilmiş, insülin direncine karşı fazla şekeri idrarla attıran ilaçlar geliştirilmiş durumdadır. Kandaki şeker seviyesini metabolizmayla azaltacak ilaçlar da kullanılmaktadır. Çok daha etkili metot ve genetik araştırmalar da devam etmektedir.
Sağlık ve esenlikler
hasmetkolagasi@hotmail.com www.iskenderunses.net