Halit KATKAT


Üretici güçlerin talepleri ile siyaset arasındaki çelişki

Halit KATKAT


Burjuvazi tarafından siyaset bir bilim olarak sunulmakta hatta üniversitelerde fakülteleri açılmaktadır. Siyaseti bilmek günlük yaşamda bireyin işine yarayabilir. Çeşitli etkenler karşısında yolunu seçmeye yardımcı olabilir. Ama toplumu etkileme ve devlet işlerinde bir kandırmacaya döndüğü gerek ülke düzeyinde gerekse dünya ölçeğindeki örneklerle ortadadır.

Bir defa siyasetin matematikte ya da fizikte olduğu gibi şu formülü uygularsak sonuçta şu çıkar diye bir ispatı yoktur. Ya da kimyada olduğu gibi bir oksijen atomu ile iki hidrojen atomu birleşirse su ortaya çıkar gibi ispat durumu yoktur. Geriye siyasetçinin söylediği ile yaptığının tutarlı olarak kitlesine anlatması kalıyor. Bunu yapıp yapmaması kitlelerin neye inanıp inanmadığına kalıyor.

Bizde ya da dünyada yönetenlerde seçilmek için siyaset disiplini okumuş olması koşulu aranmaz. Bu durumda yönetenler tabiri caizse kitlelerin “nabzına göre şerbet” vererek kazanma yolunu seçerler. Biz buna dini tarikat ve cemaatlerinde taraftar toplamak için kullandığı gibi “inandırma” yöntemi diyelim.

İşte bu nedenle, yani siyasetçinin söyledikleri ile yaptıkları arasında çelişki olduğunda toplumda büyük çoğunluğun şikâyeti ortaya çıkmaktadır. Siyaseti meslek olarak seçenler, ki çoğu siyaset disiplininden habersizdir, sadece kendisi ve taraftarlarının ya da partisinin kitlelerden yeterli oyu alacak kadar etkileyemediğini görünce tarikat, dini cemaat, dernek, sendika vb kuruluşları yanına almaya çalışır, milli, dini, bölgecilik vb her türlü duygularını kullanır ve hatta kendisi ile görüşleri uyuşmayan partilerle bile anlaşıp ittifak yapar. Mantık açısından ters olsa da burjuva politika sistemi böyle işler, “kazanmak için her yol kutsaldır”.

Diğer yandan hak arayan sendikalar, meslek örgütleri, dernekler, kooperatifler de kendi taleplerini gerçekleştirmek için bu partilerle görüşme, meydanlarda basın açıklaması yapma, yürüyüş, miting, çok seyrek olarak da iş bırakma yollarını denerler. Ama bunların, Kılıçdaroğlu’nun ya da DİSK başkanı Çerkezoğlu’nun yaptığı ADALET yürüyüşleri gibi, hak almada pek bir faydası olmaz.

Temsil sisteminin bu inanç ve inandırma sisteminden ayırıp daha nesnel, üretime ve adil bölüşüme dayalı yeni bir yapıya kavuşturulması öncelikle üreten sınıfların ve toplumun ihtiyacıdır ve mümkündür. Buna göre her işkolundaki üretim ve hizmet üreten işçi sendikalarının, köylü sendikalarının, kamu emekçileri sendikalarının ve diğer meslek örgütlerinin temsilcilerinin bulunduğu bir meclis, siyasi aracı ya da vesayete gereksinimi olmayan bugünkünden çok daha demokratik bir meclis olacaktır. Bütçe kitlelerin ihtiyacına ve üretime göre yapılacaktır. Bütçeden gereksiz yerlere pay ayrılmayacaktır. Her meslek üyesi kendi işkolundaki bütçenin yapımında ve denetlemesinde yer alma olanağına kavuşacaktır. Bu ütopyayı kim gerçekleştirecektir? Sorusunun yanıtı sınıf sendikaları ve sınıf örgütlerinin birleşik gücü olacaktır. Bu güç onların maddi ve hizmet üretiminden gelen gücüdür ve emperyalizmin bütün araçlarını durdurma yeteneğine sahip tek güçtür.

Bunun dışında çözüm aramak boşuna zaman kaybı olacaktır. Yüzyıl önceki ulusal kurtuluşlar ve bireysel kahramanlıklar çağı geride kalmıştır. Bugün dünyanın her tarafına ahtapot gibi kollarını sarmış olan emperyalist güçler varken bu olanaklı değildir. Bugünkü ulusal devletlere baktığınızda en bağımsız görünenlerde bile emperyalizmle ya doğrudan ortaklığı ya da onun askeri ve mali baskısı vardır. Ülkemizi hala bağımsız sananlar için bir not; ülkemizde ABD’nin 30 üssü ve İncirlikte nükleer başlıkları vardır. Ayrıca antlaşmalarla emperyalizmin jandarma örgütü NATO’ya bağlıdır.