Müslüm KABADAYI


Yüreğimdeki ses: Ruhi Su

Müslüm Kabadayı


Anam, çocukluğumda elimden tutup düğünevine götürürdü. Kadınların gerek tekil, gerekse topluluk olarak söyledikleri türküleri dinleyerek büyüdüm. Anamın “Şebeler” ağıtını ezdirerek söylemesi, düğüne katılanları yüreğinden yakalardı. “Saymaca” dedikleri türkülerini de iki kadının karşılıklı yer değiştirerek oynarken okuduklarına, bazen birbirlerini zor duruma düşürdüklerine tanık olurdum. Sekerek biçimlendirdiği ayak figürleriyle oynarken anamı hayranlıkla izlerdim. Büyüyünce bu zevkten mahrum kaldım tabi.

Düğünlerde, çobanlık yaptığımız, ekin biçtiğimiz, tütün ekip kırdığımız, dizdiğimiz yerlerde söylenen Karacaoğlan, Aşık Garip, Aşık Hacı türküleriyle kulağımız müziğe yatkın hale geldi. Evimize 1966´da giren radyodan dinlediğimiz türkülere şarkılar da eklendi. Ancak, beni çarpan ilk farklı sesle 1971´de ortaokul 1. sınıf öğrencisi olarak başladığım Düziçi İlköğretmen Okulu´nda tanıştım. 1940´ta kurulan Köy Enstitüsünün devamı olan okulumuzda yeni yapılmış 1200 kişilik büyük bir sinema salonu vardı. Burada tiyatro sahnelendiği gibi bazı konferanslar ve törenler de yapılıyordu. Hafta sonları film gösterimleri yapıldığında tıklım tıklım dolardı. 1971-1972 eğitim-öğretim yılıydı sanırım, film izlemeye gittiğimizde salona bir ses yayıldı: “Ha bu diyar”ın ezgisi ve salonu kuşatan baz sesiyle kulağımı titretip beynimde kıvrımlanan bu sözcüklerin belleğimdeki ilk biçimi “Haputi yar”dı. Anlamakta zorlandığım bu türküyü, filme ara verildiğinde yeniden bize dinlettirdiler. Üst sınıflardan kentteşim Ali Biçer´e sordum: “Bu ses kimin? Bu türkünün sözlerini anlayamadım. Neden?” O da okulun kültür edebiyat kolundaydı. “Ruhi Su. Opera sanatçısı. Ha bu diyar, diyor” diye yanıtladı. O zamana kadar sinemaya hiç gidememiş olan ben, bu sesten neden etkilendiğimi düşünmeye başladım. Köyümüzde “Babilli” olarak bildiğimiz Ahmet Öztürk´ün Köroğlu destanını okurken, sesine kattığı dalgalı yorumla benzerlik kurduğumu fark ettim. Bunun üzerine okulumuzun müzik kolundaki arkadaşlara Ruhi Su´nun Köroğlu´nu okuyup okumadığını sordum. O zaman plaklar vardı. “Dinle sözlerimi han oğlum Ayvaz” diye başlayan dizleri onun sesinden dinlediğimde, yorumundan daha çok etkilendim ve böylece bende Ruhi Su hayranlığı başladı.
Yaşımız büyüdükçe algımız ve kavrama yeteneğimiz de gelişti. Ruhi Su´nun Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü´nde müzik eğitimi verdiğini öğrendim. Sanıyorum ortaokul 3. sınıftaydım. O zaman okulumuzdaki ilerici öğretmen ve öğrencileri hedefleyen, orak-çekiçli bayrak asılması ve duvarlara sloganlar yazılması yoluyla faşistler tarafından bir provokasyon düzenlenmişti. Bu güzel yurdumuzun böyle provokasyonlarla sürekli kirletildiğini daha sonraki yıllarda yaşadıklarımızla daha iyi kavradık. Bu olayın provokatörleri açığa çıkarılana kadar birkaç gün öğretmenlerimiz ve son sınıf öğrenci arkadaşlarımız rahatsız edildiler. Hatta Ruhi Su´nun da komünist olduğunu söyleyerek sinema salonumuzda plaklarının çalınmasını yasaklamaya kalktılar. Benim düşünsel dünyamda sol sıçrama yaşamamda bu olayın payı büyüktür. 14-15 yaşlarındaki bu uyanışım, daha sonraki yıllarda sosyalist düşünceyle tanışmama, araştırma-inceleme ve yaratıcı-üretici yeteneğimi geliştirmeme vesile oldu.
Ruhi Su müziğine ilgim ve onun önce plaklarını, sonra da kasetlerini alıp köylülerime, arkadaşlarıma dinletmem 1970´li yılların sonunda gerçekleşti. O zaman üniversite öğrencisiydim Ankara´da ve Zafer Çarşısı´ndaki kasetçi arkadaşımızdan aldığım Ruhi Su, Rahmi Saltık, Selda Bağcan kasetlerini köye götürür, teypli radyomuza koyar dinler ve dinletirdim. Anamın da beğenerek bu türkülerden öğrendiklerini okumaya başladığını dün gibi hatırlıyorum. Özellikle Ruhi Su´nun, Ali Yüce´nin “Abov” şiirini “Mürselekli Kadınlar” adıyla bestelediğini öğrendiğimde o kaseti yaz boyunca köylülerimize dinletirdim. Çünkü, Ali Yüce komşu köylümüz ve Düziçi Köy Enstitüsü mezunu bir şairdi. Ayrıca, Mürselek ilçemiz Yayladağı´nın sırtını dayadığı Keldağ´ın deniz gören tarafındaki tütüncü bir köyümüzdü. “Biz Mürselekli/ Mürselekli kadınlar/ Hep geceleri/ Tütün dizerik/ Acılarımızı dizerik ipe/ Karanlığı dizerik/ Karanlığı abovv” diye başlayıp “Yanar Ali Yüce´m/ Yanar ışıtır/ Işıtır abovv”diye biten dizeleri onun yorumuyla dinlemek, bizi emeğimizle yeniden buluştururdu. Böylece toprağımızın dokusunu, emeğimizin kokusunu hep yüreğimizden almaya, bilincimizle emeğin kurtuluşunu ışıtmaya çalışırdık.
Ruhi Su´yu şahsen ilk ve son görüşüm, yanılmıyorsam 1981 güzündeydi. Ankara´da DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü son sınıf öğrencisiydim. O zaman Mithatpaşa Caddesi´nin Tuna Caddesi´yle birleştiği yerde Evrensel Kitabevi ve Galerisi vardı. Orada Ruhi Su´nun kasetlerini imzalayacağı duyurusu yapılmıştı. Cumartesiydi, Zafer Çarşısı´nın üzerinde sahaflık yapan köylümüz Selim Sevim Ağabey´in yanında kitaplarla haşır neşir olmama bir ara verip oraya çok yakın olan Evrensel´e gittim. Kapıya geldiğimde içeride kuyruk olduğunu fark ettim. Önce girişteki masada yer alan kasetlere baktım, ikisini aldım ve kuyruğa girdim. Birkaç dakika sonra, on yıl önce sinema salonunda “Ha bu diyar”ını dinleyerek hayranlık duyduğum büyük sanatçımız karşımdaydı. Göz göze geldik. Derin ve gülen gözleriyle “Hoş geldin. Adın nedir?” dedi. Adımı söylememle kasetin üzerindeki tanıtım kağıdına yazıp imzaladı. Ben de sesini ilk duyduğumda hissettiğim duygu selini ve Ali Yüce´nin kentteşi olduğumu paylaştım kendisiyle. Bu kez gözleri ışıladı ve çok memnun olduğunu söyledi. Elini sıkıp vedalaşırken, büyük sanatçımızın yüzünün gülücükler saçtığını görmenin sevincinden hiçbir şey eksilmedi hücrelerimden.
O, sesine yüklediği ışıklı duygu ve düşünce demetiyle hep yüreğimde. İyi ki Ruhi Su´lar yüreğimizi sesleyip geçtiler dünyamızdan. Onların seslerini yeni kuşaklara taşı(r)maktan mutluluk duyuyorum hep…