Müslüm KABADAYI


ZITLIK EST-ETİĞİNDE İNSANLAŞMA

Müslüm Kabadayı


Bilimsel çalışmaların şu andaki verilerine göre, insanın toplum oluşturmasının 70 bin, dil-zihinsel yeteneğinde düşünce üreterek sıçrama yapmasının da ortalama 50 bin yıla dayandığı belirtilmektedir. Erkeğin dölleyici olduğunun toplumsal olarak kabul edildiği ve tarımsal üretimin geliştiği neolitik dönemde adım adım anaerkil yaşamın yerini, ataerkil yaşam almaya başlar. Dolayısıyla toprağın işlenmesinde kullanılan sabanla erkek cinsel organı arasında uygulama-sembolik ilişki kurulmasının, sınıfsız ve savaşsız nitelikli anaerkil toplumun yavaş yavaş ortadan kalkmasına da neden olduğu bilinmektedir. Çünkü, toprağı işleyen boğanın gücüyle erkeğin gücü toplumsal ilişkilere egemen olmaya; böylece başta dağlar olmak üzere yüksek-görkemli olan doğa parçaları boğayla, bu dağlara egemen olan erkek de tanrıyla ilişkilendirilmeye başlanmıştır. 

Akdeniz´e paralel uzanarak görkemini hissettiren dağların adı olan “Toros” sözcüğü, “boğa” anlamına gelmektedir. Aynı biçimde çocukluk ve gençliğimin geçtiği coğrafyanın dağı Cacius´un (Keldağ ya da Cebel-i Akra) da “boğa” anlamına geldiği ve Zeus´un boğa kılığına girerek Tanrıça Avrupa´yı kaçırarak Girit´e götürdüğü, mitolojide yer almaktadır. Anaerkil dönemde tanrıçalar, Sümer-Babil uygarlığına kadar mitolojik anlatıya egemenken, tarım toplumunun, dolayısıyla sınıflı toplumun gelişmesiyle birlikte tanrıların güçlenip çoğaldığı, tanrıçaların zayıflayıp yok edildiği bir mitolojik anlatı ortaya çıkmıştır. Bu süreçte erkek cinsel organının aynı zamanda toplumdaki gücü temsil ettiği görülmektedir. İşte bu güce kastetmeyle ilgili mitolojik anlatımlar da ortaya çıkmıştır. Yunan mitolojisinde Kronos´un, babası Ouraos´un cinsel organını kesip onun gücünü elinden alarak kardeşlerini kurtarması bunun önemli anlatımlarındandır. Anadolu mitolojisindeyse Attis, bereketin sembolü ve ana tanrıça olan Kibele´ye verdiği evlilik sözünü tutmayıp Frig kralının kızıyla evlenmeye kalkar; Kibele´yi karşısında görünce de kendisini cezalandırmak için cinsel organını keser. Mitolojideki buna benzer anlatımlarla arkeolojik ve antropolojik araştırmalar göstermektedir ki, erkeklerin sünnet edilmesi ritüelinin gelişmesinde, güç ve güce kastetme savaşının çıkış noktası olduğu anlaşılmaktadır. Zamanla sünnet ritüeli güce kastetme özelliğini yitirip gücün perçinlenmesi anlamında ataerkil toplumsal belleğe yerleşir. Babillerden İbranilere ve Araplara kadar evrilen bu anlayış, dinsel metinlere de girer. Yeri gelmişken, köleci ve feodal toplumlarda egemen olan kralların, kraliçelerin, padişahların çıkarları için, ezilen-sömürülen erkeklerin savaşmasını temellendiren çarpıcı bir örnekle Viking kültüründe karşılaştığımızı dile getirmeliyim. 2019´da Oslo´da gördüğüm Belediye binasının arka tarafında düzenlenmiş Asgard salonu biçimindeki yapıda resimlerle anlatılan savaş ve bilgelik tanrısı Odin´in mitolojisinde erkeklerin, bu salonda savaş ve bilgelik yanında şiirin de tanrısı olduğuna inanılan Odin´le şarap içip kutsanabilmeleri için düşmanla savaşırken ölmeleri gerektiğine inandırıldıkları bilinmektedir. Savaşmayan ya da savaşa karşı çıkanların uçurumlara atıldığını da, Stockholm´de yaşayan Dünya şairi Özkan Mert söylemişti. Bugün de sermayenin, emperyalizmin egemenliği için yürütülen savaşların, Musevilik-Hıristiyanlık-Müslümanlık başta olmak üzere birçok dinsel metinler kullanılarak kutsandığını görüyoruz.
Neden bu açıklamaları yaptığıma gelince… Postmodernizmin egemen kılınmaya çalışıldığı gezegenimizde, her konuda olduğu gibi cinsellik, taciz-tecavüz, kadına yönelik şiddet ve öldürme olaylarıyla ilgili de bütünsel bir bakışın, tarihi ve diyalektik bir yaklaşımın göz ardı edildiğine, tanık oluyoruz. Oysa, olgulara tek tek bakıldığında bile girişte açıklamaya çalıştığımız ataerkil egemenlik anlayışının, aynı zamanda günümüzde sermayenin egemenliğini sağlamlaştırmak olarak değerlendirildiğini görmek kolaylaşmaktadır. Nasıl ki neolitik dönemde toprağa egemen olanlar, aynı zamanda bu egemenliklerini korumak için güvenlik gücünü, silah yanında mitoloji, din ve kültürle pekiştirmişlerse, bugün de sermaye sınıfının aynı şeyi, çok daha teknik-sentetikleşerek uyguladığına tanık olmaktayız.
Bizzat mücadele ederek de deneyimlediğim koronanın baskıladığı zor koşullarda toplumsal ve sınıfsal temelde gelişen mücadelenin geriye çekilmesiyle birlikte, emekçiler başta olmak üzere üreten ve düşünen tüm insanlar üzerindeki baskı katlanarak arttı. Buna paralel olarak kadına yönelik öldürme, şiddet, taciz ve tecavüz olayları çoğaldı. 2020 yılının sonuna doğru şair-yazar kadınlardan bazılarının, edebiyatçı ve sanatçı erkeklerle ilgili başlattıkları taciz ifşaları gündeme geldi. Burada tekil örnekler üzerinden bir değerlendirme yapmak yerine, cinsellik ve egemenliğin pratik-teorik niteliği üzerinde durmayı tercih ediyorum. Parça-bütün-devinim diyalektiğini de bu çerçevede kurmanın, daha mümkün ve doğru olacağını düşünüyorum.
Sanat-edebiyat alanı doğrudan estetikle ilgili olduğundan, insan-doğa, insan-insan, insan-toplum ilişkilerinin estetize edilmesi için yaratıcı-üretici yeteneğini geliştirmesi gereken kişi, bu yeteneğini “çok özel” ya da “tanrısal bir güç” olarak gösterip aynı zamanda bu gücün dolaşıma sunulmasının araçları olan basım-yayın ve dağıtımevleriyle ilişki ağına egemen olan anlayış haline getirdiğinde, işin rengi estetiklikten çıkıp kepazeliğe dönüşüyor. Bu gücü, bugün büyük oranda erkekler kullanıyor; kadınların kullandıkları yerler yok mu? Kuşkusuz var. Yeri gelmişken vurgulamalıyım; “ifşa hareketi”yle birlikte, ülkemizde yıllardır edebiyatı piyasalaştıran yayınevlerinin timsah gözyaşı misali aldıkları kararların, kurutulması gereken bataklığı perdelediği aşikardır.
Sözünü ettiğimiz “ifşa hareketi”nin, kadınlara yaşatılan travmaların toplum bilincine çıkartılması, özellikle sanat-edebiyat alanında yaşanan taciz vd. saldırıların deşifre edilerek başka kadınların böyle tuzaklara düşmemesi ve erkeklerin bu yanlışlarının sorgulanıp düzeltilmesi bakımından yararı olabilir. Ancak çözüm müdür? Hayır. Burada erkek ya da kadının cinsel zafiyetleri, psikolojik sorunları, erkeklerin saldırganlıkları üzerinden politika yürüterek çözüm üretmek olanaklı değildir de ondan. Bunlar patolojik ya da adli vakalar olarak gündem teşkil edebilir; ancak, toplumsal bir sorun olarak bu vakaların nedenleri temellendirilirse, çözüm üretmek de somutlaşır, uygulanabilir hale gelir.
Her ne kadar edebiyat ve sanat alanı “bireysel” olarak değerlendirilse de bu ürünün “biricikliği” bakımındandır. Oysa, bu alanlarda kendini geliştirme araçları ve ilişkileri toplumsallaştırılırsa, yani “egemenlik aracı” olmaktan çıkarılırsa, bir kadının yazdığı öyküyü, romanı, şiiri ya da yaptığı resmi, müziği “ustalaşmış erkek”in evine giderek paylaşmasına, “ustalık”tan yararlanmasına gerek kalmayacaktır. Özellikle sanatçı ve edebiyatçı erkeklerin de yetkelerini, toplumsal ilişkiler içinde paylaşmayı sağlayan bir sistem için mücadele etmeleriyle bu daha da kolaylaşacaktır. İşte o zaman insan merkezli estetik yaşam ilişkileri, insanı zenginleştirir, olgunlaştırır ve yetkinleştirir.
Cinsellik de estetik olmalı. Dolayısıyla aşk, sevgi ve gönüllülük temelinde yükselen bir cinsellik estetik olabilir. Bunun dışındaki her cinsellik, taciz-tecavüz ve şiddeti özünde barındırır. Evliliklerin aşk-sevgi ve gönüllülük temelindeki ilişkinin bitip başka ilişkilerin devreye girmesiyle sönümlendiği, bu durumda “güçlü” olan erkeklerin ayaklarının altından egemenlikleri kayınca saldırganlaştıkları biliniyor. Kadın katliamlarının temelinde bu “güç yitimi”nin yattığı ortada. Eksik ve yanlışlarımla hesaplaşarak biçimlendirdiğim yaşamımda, bu konuda harfiyen uyguladığım est-etik ölçütüm şu: Evlilik ya da başka biçimlerde aşk-sevgi ve gönüllülük temelinde sürdürülen cinselliğin, hazcılığın üstünde est-etik bir ilişki biçimi olduğunu bilince çıkarmak. Bu da, bir kadın ya da erkeğin karşı cinsle birlikteliğini sonlandırmadan bir başkasıyla cinselliğe ya da birlikteliğe yönelmemesidir. Birlikte olunan insana gösterilmesi gereken saygı bakımından etik, kişilik bakımından estetik bir duruştur bu. Aşk-sevgi ve gönüllülük temelinde cinselliği estetize eden kadınla erkek, bunlarda sönümlenme hissettiklerinde, bunu da bilince çıkarıp ilişkiyi sonlandırmak istediklerinde, kişilikleri zedelemeden yapıcı biçimde -biçimde ayrılmayı da becerirler.Bunu, kişilik ve toplumsal ilişkiler bakımından gelişkin kişiler, mali ve mahalle baskısını aşma koşulları olanlar gerçekleştirebilir, paranın saltanatının, dolayısıyla sermayenin egemen olduğu bir ülkede ya da toplumda. Genel anlamda ise, bir sınıfın ve cinsin egemen olduğu toplumda, bireyler istedikleri kadar kendilerini özgür hissetseler de, est-etik bir cinsellikle birlikte yaşarken süreklilik, sönümlendiklerinde de sağlıklı bir ayrılma süreci inşa edemezler. “Neden?” diyebilirsiniz? 

Çünkü… Cinsellik, anaerkil toplumda kadının belirleyiciliğinde biçimlenirken, anasoylu akrabalık ve toplum ilişkileri kurulmaktaydı. Bugün de bu yaşamın egemen olduğu Çin´deki Mosuo gibi toplumlar var. Ancak, genel anlamda neolotik dönemle erkeğin egemenliğinde cinsellik, babasoylu akrabalık ve maddi güç ilişkileri kurulmaya başlanmıştır. Kapitalizmin ilk dönemindeki erkek egemenliği, zamanla kapitalist erkek ve kadının egemenliğine dönüşmüştür. Örneğin, TÜSİAD´ın başkanlığını, tekellerin patronluğunu yapan erkekle kadının egemenlik biçiminde ve anlayışında öz bakımından bir fark yoktur. Türkiye´de Tansu Çiller´le İngiltere´de M. Teacher´in başbakanlıklarını da, sermayenin egemenliği için kadın olarak icra etmediklerini kimse ileri süremez. Erkek ve kadının birlikte sermaye egemenliğini nasıl kurduklarının çarpıcı örneklerinden birini, emperyalist-kapitalist sitemin merkezi konumundaki ülkelerden verelim. (Türkiye´de de böyle örneklerin olduğunu biliyoruz.) Bill ve Melinda Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı tarafından kurulan AGRA (Alliance for a Green Revolution in Africa), Afrika halklarının hangi tohumları kullanacaklarını, ne ekip ne biçeceklerini, nasıl besleneceklerini, “şirket tarımı”nı nasıl uygulayacaklarını belirlemektedir. Afrika halkları zarar ederken, çok ülkeli şirketler sermayelerini büyütmektedir. Bu vakıfların başka alanlarda da hayatımıza müdahil olduklarının sayısız örneğini korona günlerinde görme olanağı bulduk. Şimdi sormak gerekmez mi, doğaya-insana-topluma karşı işlenen kötülüklerde Bill Efendi suçlu da, Melinda Hanımefendi pürü pak mı? Kapitalizmde egemenlik biçimlerinin kurgulanmasında erkek kadar olmasa da kadın da aktif rol alabilmektedir. Dolayısıyla bunlar gibi yaşayanların deşifre olmuş yaşamlarının öyküsü incelendiğinde “Neden?” sorusunun yanıtı hemen verilebilmektedir. Burada öne çıkarılması gereken temel hedef, eşitlik ve özgürlüğü sürekli engelleyen egemenlik araçlarını, sınıfsal-ulusal-dinsel ve cinsel alanlarda yeniden ve yeniden kurgulayan sistemin devrilmesidir.
Son söz olarak, toplumlarda sınıfsal egemenliğin sonlandırılması; birey olarak da kişiliklerin est-etik değerlerle donatılmasını ve özelde kadına, genelde herkese uygulanan şiddet-taciz-tecavüzün insan ilişkilerinden kazınmasını sağlayacaktır.