Sadet Berkyürek/İskenderun
Türk Tabipleri Birliği TTB´nin Edebiyat Matinesinde yazar Ayla Kutlu “Bendeki Hatay” konulu söyleşide, “Ben bu topraklarda yaşamasaydım bu öyküleri yazamazdım” dedi.
Füsun Sayek Sağlık ve Kültür Etkinlikleri kapsamında İskender Sayek Kültür Evi´nde gerçekleştirilen söyleşide coğrafyanın, Hatay´ın yapıtlarındaki yerini irdeledi, kadın kimliğinin hapsedildiği kalıplar karşısındaki sert tavrının gerekçesini anlattı. Kutlu, “Bu coğrafyayı savaşların siyasası bakımından değil, insan yapısı bakımından dünyanın en önemli yerlerinden biri olduğunu düşünüyorum” diye konuştu.
Hatay´ı içine alan coğrafyanın savaşların siyasası bakımından değil, insan yapısı bakımından dünyanın en önemli yerlerinden biri olduğunu düşündüğünü belirten Ayla Kutlu, “Amasyalı Strabon´u bilir misiniz? Amasyalı´dır, coğrafyanın kurucusudur kendisi. Strabon, ‘coğrafya kaderdir´ diyor. Milattan önce yaşamış bir insanın bu günlerde bile çok doğru olan bir sözü. Bugünkü dünyanın, kendi ülkemizin haline baktığımızda Starbon´un ne kadar doğru bir söz söylediğini görüyoruz. Bu işin siyasal ve tarihsel bir yönü. Ama bir de estetik tarafı var ve insan kaderi tarafı olan tarafı var. Bu coğrafyayı savaşların siyasası bakımından değil, insan yapısı bakımından dünyanın en önemli yerlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Bu nasıl bir önem? Bir defa Kenan ülkesinin, yani ilk çağların zengin topraklar; hem kültür yönünden hem tarımsal, siyasi, yönden zengin olan ve dünyaya yön veren toprakların en kuzey ucunda bizim şu Türkiye´nin en güneyinde büyülü bir üzüm salkımına benzeyen Hatay´ımız. Böyle bir topraktan çıkan bir yazarın duygulu, duyarlı olmasından başka hiçbir şey olamaz. Özellikle bu topraklarda yaşadığım için bunun çok farkında olan bir insanım” değerlendirmesini yaptı.
Coğrafya ve tarihle yazı serüveni arasındaki ilişkiyi ise Ayla Kutlu şöyle ifade etti: “Birebir ilgi kuruyorum. Çünkü içimizdeki ruhun, güzelliklerin, başarının, genel bakış açısının, yaratıcılığın… hepsinin dünyası bu içinde yaşadığımız doğa ve coğrafya diye düşünüyorum. Bu zengin ülkeler bir yandan da kültürel yönden, -kültürün içerisine üretimin her türlüsünü koyun- dünyanın pek çok şeyine sahip olan yerler. Antakya, özellikle ilk çağ coğrafyasında dünyanın en önemli şehirlerinden bir tanesidir. Dünyada hala en önemli şehirler Paris, Roma ve Antakya olarak sayılıyor. Bana çok zaman sorulmuştur; bu kadar duyarlı, bu kadar insansever öyküleri, bir yandan da zehir gibi öyküleri nasıl yazıyorsunuz? Ben bu topraklarda yaşamasaydım bu öyküleri yazamazdım. Onun için topraklarımız, dolayısıyla yetiştirdiğimiz insanlar bu hoşgörü ortamı, bu yaratıcı, üretici ortamın içinde gerçekten artı bir dünya görüşünü çocuklarına veriyor diye düşünüyorum.”
Coğrafyanın öykülerindeki yerini değerlendiren Kutlu, mitolojinin yanında felsefe, bilim, matematik, geometri ustalarının belirleyiciliğindeki tarihi Antakya, Harbiye´nin, İskenderun´un, İskenderun´un Yarıkkaya fırtınasının düş gücünü ve cesaretini etkilediğini kaydetti. Kutlu, “Bu topraklarda olmasaydım düş gücümü ve cesaretimi yaratamazdım gibi geliyor. Bir Hüsnü Yusuf Güzellemesi öyküsünde Yarıkkaya rüzgarı; şu İskenderun´un tozu dumana katıp, çatıları uçurup, ağaçları köklerinden çıkarmasaydı, Yarıkkaya rüzgarıyla gelen o eve kapanışları, Triandafilis´in o geri zekasıyla hiç bilmediği, tanımadığı erkeğe kaçıp onunla aşkı en temiz biçimiyle yaşadığını yazamazdım. Bir fırtına evet bir yazara böyle bir ilham da veriyor” diye konuştu.
Eşitliği önce öyküler üzerinden kurmak
Destanlardan yakın tarihe kadar erkek yazarların kitaplarındaki figüran, nesne rolü karşısında öykülerindeki kadın algısı ile ilgili bir başka soruyu ise Kutlu, şöyle yanıtladı: “Ama bir de kadın var; insanı yaratan, yetiştiren, hücre hücre var eden ve evinin düzenini kuran, yeterince tahsil verilmeyen… bir evlilikte kadının rolü en büyük çeyiz olmasına rağmen hiç kimsenin kafaca geliştirmeyi düşünmediği, 3 tane bez, 2 tane dantelle kız evlendiren aileler… bu kadınların sürekli kör kalmasına neden olmuş. Bu haksızlık. O eşitliği kurmak istiyorum. İşte o yazılmayan kahramanlar var ya, dünyamızın yarısını işgal eden o kahramanların hikayelerini yazmaya karar verdim.”
17 kez yazmaya başladığı Kadın Destanı
Yeni bir öykü çalışmasında kendisini en fazla zorlayan şeyin ne olduğuna ilişkin bir başka soru üzerine ‘70 yaşının armağanı´ olarak nitelendirdiği Kadın Destanı kitabının serüvenini de paylaşan Kutlu, okurun çabasının da yazar için önemli olduğunu söyledi. Kutlu, şu değerlendirmeyi yaptı: “Ben herşeyi zor tarafından alır, çok zor yazarım. Bazen dili, bazen karakteri, bazen olaylar olur… Bir de ben emeğine hiç acımayan insanımdır. Kadın Destanı´nı yazmaya tam 17 defa başladım. 40-50 sayfa yazıyordum; bir yerde duruyor, asla ilerlemiyordu. Vazgeçmeye karalıydım, yazamıyorum diyordum. Sonra çok sıcak bir temmuz günü; daktilomun başına geçtim. Koşuk, destan diliyle şiir gibi yazmaya başladım. Ellerim adeta uçuyordu. O defalarca başladığım ve bir türlü bir türlü beceremediğim o kadın destanını çağlayandan sular akıyormuş gibi geldi- zaten tarihsel gerçekliğini önceden çalışmış, hazırlamıştım. Kadın Destanı, hayatımın 4 yılını dolu dolu almıştır; bu bir üniversitedir. Yedinci Bayrak yaşamının 5 yılını dolu dolu almıştır. Bununla da ikinci bir üniversite daha bitirmiş kabul ederim. Bir de Asi Asi… başından sonuna bu coğrafyanın öyküsü olan ve 3 kuşağı anlatın ve asi ırmağını, Asi´nin asileştiği zaman yani sel olduğu zaman bir ırmağın nasıl ‘tanrıların´ yardımıyla ayağa kalktığını, Asinin içinde yalnız Tyche heykeli yoktur. Asi´nin içinde gözleri görmeyen ve insanların kaderlerini yazan Yunan destanlarının Moira´ları da vardır, kalem tanrıçası da vardır. Ve Asi´nin canlı kimliği de vardır. Bütün bunlar yazarlığın hem zor hem de gerçekten sevindirici başarımın tadını tattırıcı örnekleridir diyebilirim. Çoğu zaman kolay şey kolay okunur, hatta daha çok okunur. Mesela Acun´un bir zamanlar karısı nın kitabı birkaç baskı yaptı. Benim kitaplarımın en çok basılanı Sen de Gitme Triandafilis 10.baskıya yeni girdi oysa. Zoru yazmak kolay değildir. Çok çaba gösteriyorum. Ama okurun da çaba göstermesi lazım ve bu benim hakkımdır.”
Erkekler izin verdiği ölçüde hak sahibi…
Kadının günlük yaşamdaki rolüne ilişkin yaklaşımları, kadını gelenekselin ötesinde dinsel kalıplar kullanılarak aşağılanması karşısındaki sert tavrına ilişkin Kutlu, şunları söyledi: “Çok sert tavrım var; çünkü ‘hamile kadın sokağa çıkamaz´ diyen adamlar, ‘kadın yüksek sesle kahkaha atamaz´ diyen adamlar, pantolon giyemez diyen insanlar, daha neler… küçücük çocuklarla arzularını tatmin eden, suististial eden erkekler izin verdiği kadar hayvanlar, çocuklar ve kadınlar hak sahibidir. İnsan Hakları Evrensel bildirgesi madde 1, gerçek haliyle güzel bir maddedir, insanlar eşittir der. Haysiyet ve haklar yönünden de eşittir der. Ama giderek geriye giden bir Türkiye´de bu duruma getirdiler. İnsanın zaman zaman öfkesi tutuyor ve kendimi bu konuda öfkeli olmakta çok haklı buluyorum.”
Arsuz´un ‘kanatlandıran´ tahta köprüsü
Okurların sorularını ‘büyük onur ve yol gösterici´ olarak değerlendiren, 1940´lardaki yeşillikler içinde, çayının çağıldayarak aktığı, ‘insanı kanatlandırır gibi´ bir sanat eseri etkisi yaratan eski tahta yüksek köprüsüyle bir Arsuz´u anımsadığını anlatan Kutlu, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Çünkü beni Ayla kutlu olarak var eden değerlerin içinde Arsuz´un o tahta köprüsü de var. Ve bu haliç, -hatta haliç sözcüğünün işte İstanbul´daki bir özgün durum zannediyorduk. Oysa ben daha 1948 yılında biliyordum ki haliç- Arsuz´da, Arsuz çayının denizle birleştiği yerde, denizin içi denizin içine kadar girdiği derin, yeşil, temiz ve mis kokulu yerdi. Masal anlatıyorum zannediyorsunuz… hayır, bizim coğrafyamızı anlatıyorum aslında.”
“İnsan varsa umut vardır”
1940´lardaki Arsuz´la bugünü karşılaştırıldığında kayıpların, coğrafyadaki keskin değişimlerin acı verip vermediği, sorusu üzerine Kutlu, şunları söyledi: “Artık acı çekmiyorum. Çünkü acı çekmeye aşılandım. İster masal, ister bir zamanların gerçeği kabul edilsin, bunlar kayda geçilsin istiyorum. Elbette bütün dünya değişiyor, insanlar da değişiyor. Artık hiç kimse birbirleriyle konuşarak da insanların zenginleşebileceğini, birbirlerine nitelikli şeyler anlatıp yönlendirerek ve sunun bir eğitim olduğunu kabul etmiyor. Dünya değişiyorsa biraz kolaya kaçmayarak, yeni kuşaklara biraz daha fazla değer vererek bu değişimi biraz daha farklı hale getirebiliriz. Bu konuda aşırı iyimserliğin çok hayal gücüne dayalı ve doğru bir şey olmadığını biliyorum, ama çok kötümser olmanın da yanlış olduğunu düşünüyorum. İnsan varsa umut vardır. İnsan varsa yeni şeyler ve her an bir başka şans doğar diye düşünürüm. Ben insanları çok saygıdeğer buluyorum. Bütün kötülüklerine rağmen, iyilikler her şeye rağmen daha çoktur. Kötümser olmak aslında kolay. Kötümser olmak, kötümserliğe kapılmak da kolay. Ama kötümserliğe kapıldığımız anda zannederim insanlar yaratıcı güçlerini yitirirler. Ama insanların yaratıcı güçleri vardır ve dünyanın en önemli canlılarıdır.”
Oyaların da dili var…
İğne oyalarından koleksiyonunun, kadının duygu ve düşünce dünyasının bir yansımasını oluşturup oluşturmadığına ilişkin soruya Kutlu, şu cevabı verdi: “O güzelim oyalarda da şiddet vardır bilir misiniz? Kaynana dili, acı biber, değirmen taşı.. ‘kocam ve ailesi beni buğday gibi öğütüyor´ diyor. Bir başkasında neredeyse kilometrelerce en ince iplikten zincir çekmiş, -erkekler bunu bilmez ama kadınların yenileri de bilmez- bunları birleştirdikten sonra kesmiş, bir oyanın kenarlarına dikmiş, tam bir çalı çırpı. “Kaynanamın dili beni çalı çırpının içinden geçiyormuşçasına dağlıyor” diyor gelin. Evet oyalar da bir dildir. Bu dilin içinde aşk vardır, sevgi vardır, çocuk vardır, müjde, acı, şaka da vardır. 2 bin kadar oyam var. Bunlara dilli oya deniyor.”