2015 yılında yayımlanan Tammura, İskenderun Zeybek Sokak Hikâyeleri adlı eserimin ilk öyküsü "Tarihin Nefesi" idi. Bu öykü hem Antakya'nın hem Antakyalılığın kadim geçmişinin bir çocuğun zihninde oluşturduğu görüntülerle ilgiliydi. Deprem, yıkıntılar, kente bağlılık, yaşadığı kentle ve kültürüyle gurur duyma gibi ögeler içeriyordu. 6 Şubat' ı ikinci yılında anarken bu öyküyü yeniden yayımlamayı uygun gördüm. Yaşadığımız zamanda bir daha yaşanmaması dileğiyle. Kaybettiğimiz tüm dostlarımız, hemşehrilerimiz ışıklar içinde uyusunlar.
Tarihin Nefesi
Öykülerinde göç diye bir sözcük yok. Masallarında, şiirlerinde, manilerinde de göç sözcüğü geçmiyor.
Antakya yedi kere yıkılmış, yeniden mamur olmuş derler ya, bu insanların hicreti yıkıntıların üzerine çıkmakla sınırlı. Kovuğundan ayrılmayan müren balığı gibiler.
Ecdadımdan söz ediyorum. İskenderun’a geldiklerinde de Antakyalılar mahallesinde oturdular. Antakyalı olmakla hep gurur duydular. Antakyalı olmayanlarla çekiştiler. Aşağılama manileri uydurdular onlar için.
Antakya’da da bize İskendravî dediler. Yurtsuz kalmış gariplermişiz gibi acıdılar bize içten içe.
“Nereye gidiyoruz?”
“Hacıkürüş Deresi’nin sağına, sabunhanenin arkasına.”
Babam ecdat evini böyle tarif ederdi. Dörtayak demezdi hiç.
Antakya’ya erken saatte inerdik. İskenderun’un yapış yapış sıcağından sonra Antakya’nın serin sokakları mutlu ederdi bizi. Sabunhaneye doğru giderken künefeci, çömlekçi, fırıncı, oymacı, kakmacı, dondurmacı, kavaf akraba dükkânlarına uğrar, hal hatır sorardık.
Kiminle, nereden akraba olduğumuz ne kadar da önemliydi Antakya’da. Akrabalık silsilesini anlatan upuzun cümleleri belletmeye çalışırlardı bize. Aklımızda bize benzeyen simalar kalırdı, bazen isimler.
Halamın evi, Roma filmlerinde gördüğümüz evlerden. Bir çıkmaz sokakta. Daracık bir sokağın içinde. Yığma taş duvar. Aşağı katın penceresi yok. İkinci kata ahşap, gıcırdayan bir merdivenle çıkılıyor. İkinci katın zemini de ahşap. Alt katın duvarlarında üç koca niş var. Biri zahire, biri hurçlar, biri giyecekler için. Dört küçük pencere var üst katta, Antakya’nın ıtırlı serinliğini içeri taşımak için yeterli. Küçük bir avlusu var evin, çiçekler ve bodur ağaçlarla süslü. Mutfak ve tuvalet evin karşısında.
Belluğadan serin hava fışkırıyor arada. Her seferinde irkiliyorum. Fatih dede, “Korkma oğlum, tarihin nefesi bu!” diyor gülerek. Tarih, serin soluyan bir yeraltı yaratığı olarak somutlanıyor zihnimde.
Akranlarım sokağa çağırıyor beni. Ellerinde koyun çene kemiği var. Saklanıp tabanca gibi doğrultuyorlar birbirlerine. “Hangirlu!” diye bağırıyorlar. “Eller yukarı!” demekmiş.
Antakya’nın o kadar tutucu bir geometrisi var ki her şey; kelimeler, sokaklar, evler, hatta “çinçin” dedikleri belediye otobüsleri bile o geometriye göre şekilleniyor kısa sürede. Neyin ne olduğunu ancak ikinci kez bakıp duyduğumda anlayabiliyorum.
Yağmur başladı. Oyun arkadaşlarım evlerine kaçmadı. Bana da bekle, dediler. Bir saçağın altına doluştuk. Hepsi fare deliğini gözleyen kedi gibi sokağın üst tarafındaki arka dikti gözünü. Az sonra arkın içine yassı çakıl taşlarına benzer şeyler doluşmaya başladı. Koştular. O nefti yeşil, yassı çakıl taşlarını avuçlayıp ceplerine doldurmaya başladılar. Bir avuç da bana verdi kuzenim. Para bunlar, antika paralar.
Onar onar bölüşüyoruz. Gülle oynuyoruz, sikkesine. Tabii, ütüyorlar beni. Birini cebime saklayıp Fatih dedeye götürüyorum.
“Kıymetli değil bunlar,” diyor. “Ama bak, tırnağın batıyorsa, üzerinde avrat yahut boynu kalın adam resmi varsa hemen bana getir,” diye de tembihliyor.
Yaşıtlarımın arasına dönüyorum. Türkçemi özentili, Arapçamı komik buluyorlar. Habip Neccar Dağı’ndaki altın dolu, zehirli mağaralardan, Hacıkürüş Deresi’ndeki iskeletlerden, dedemin evinin altındaki Roma darphanesinden ve Antakya’nın sekizinci kez yıkılacağından, adaklarımızı aksatmazsak ziyaretlerimizin bizi koruyacağından söz ediyorlar.
Akranlarımı dinlerken zamanın da eğilip Antakya’nın geometrisine benzediğini, beni yedi ayrı katmandan akrabalarımla buluşturduğunu, her katmanın öyküsünü içimde uyandırdığını hissediyorum.
Dönüyoruz. İskenderun, tarihin serin nefesini baç olarak alıyor bizden.