Toroslar, Anadolu’nun Akdeniz sahiline paralel olarak uzanan dağ silsilesi olduğu kadar doğa-insan ilişkisi bakımından da zengin ve çetrefilli doğasıyla dikkat çeker. İç Anadolu’yla Akdeniz sahillerini ayıran bu dağ silsilesini ilk kez 1965’te, beş yaşındayken görmüştüm. Türkiye’nin en güney ucundaki Yayladağı ilçesinin Kışlak köyünden pamuk toplamak için kamyona çadırlarını ve eşyalarını yükleyip onların üzerine oturarak Adana’ya yakın Misis’e gelen ırgatın içindeki bir çocuk olarak, önce Amik Ovası’nı görmüş, sonra Belen döneklerini tırmanmış, Belen gediğini aştıktan sonra da Sarımazı’dan masmavi parlayan Akdeniz’e bakınca çok şaşırmıştım. Gökyüzü dışında ilk kez böyle uçsuz bucaksız bir mavilikle karşılaşmanın şaşkınlığı…
Çocukluğumda derin belleğime yerleşen iki manzarayı hiç unutmam ve sık sık anımsayarak meraklılarına şöyle anlatırım: “Belen geçidi, maviden yeşile/Akdeniz’den Amik Ovası’na geçişin sembolüdür. Benim için bu geçidin bugün iki anlamı vardır. Birinci anlamı, Güney ve Kuzey’in kucaklaşarak her türlü engelin aşıldığı yer/gökyüzüdür. İyidir, güzeldir, verimlidir. İkincisi de, her bakımdan zengin İskenderun Körfezi’yle Amik Ovası, deniz ticaret kapitalistleriyle toprak ağalarının egemenliğinde yağmalanan coğrafyadır. Doğaya ve insana kötülüktür, mutlaka değiştirilmelidir. Büyüyüp sosyalist bilincim geliştikçe çocukluk ve ilk gençliğimdeki nüve halindeki bu düşüncem, politik eylemli bilince dönüştü. 1975’ten beri de bunun mücadelesini vermekteyim.
Toroslar’ı ilk kez 1976 yılında Çanakkale Erkek Öğretmen Lisesi’ne sürgün giderken aşmıştım. Kadim adıyla Kilikya Kapısı denilen Gülek Boğazı’nı (Geçidi) geçtikten sonra da “Bereketli topraklar Çukurova’yla Anadolu uygarlıklarının kavşağı” demiştim. Nâzım Hikmet’in pamuk tarlalarını göremediğine hayıflandığı bereketli topraklarda, Düziçi İlköğretmen Okulu’nu kazandığım 1971’den itibaren defalarca yolculuk yaptım. Ancak, öykü ve romanlarını okuduğum Osman Şahin’in doğduğu Toroslar’daki Arslanköyü’nü son 30 yılda hep görmek istediğim halde ziyaret edememenin burukluğunu içimde taşıyordum. Geçen yıl, 68 kuşağından emekli Edebiyat Öğretmeni Ömer Özdal Ağabey’le Arslanköy’ün 30 km öncesinde bulunan Yeniköy’deki Doğan Gülşen Ağabey’in evine gittiğimiz halde, burayı göremediğim için içimdeki burukluk yaraya dönüşmüştü. 19 Haziran’da, Mezitli’de oturan emekli maliyeci kuzenim Ramazan Kabadayı’yla Arslanköy’e yolculuk yapınca, içimdeki yaranın ülsere dönüşmesinin önüne geçtim.
Köy Enstitülü Öğretmen ve Yazar Osman Şahin Ağabey’le yüz yüze hiç tanışmadık. Edebiyat ve eğitim ortak yönümüzdü. 2013’te “Osman Şahin ve ‘Kırmızı Yel’in Güncelliği” başlıklı incelemem dergi ve internet sitelerinde yayınlanınca, Osman Ağabey’le hukukumuz başladı. Telefon görüşmeleriyle ve yazışmayla başlayan bu hukuk çerçevesinde, sevgili dostlarımız Adil Okay ve Nazmi Bayri’den telefonunu alıp kendisini 18 Haziran’da Mersin’den aradığımda, “İstanbul’dayım Müslümcüğüm. Amerika’daki kızım gelince Arslanköy’e gideceğiz. Orada Behzat kardeşim var. Çınarlıkahve’de kime sorsan seni buluştururlar.” dedi. Bu referansla 54 km’lik yolculuğu, sevgili Ramazan’ın başarılı kullandığı aracıyla muhteşem doğayı izleyerek, bu coğrafyanın tarihi mekanlarına, bitki örtüsüne, halk kültürüne dair bildiklerimizi konuşarak zamanı nasıl geçirdiğimizi anlayamadık. Anladığımız bir şey vardı kesinlikle, o da Arslanköy’ün eski adından alan Efrenk Vadisi’nin sarp yerlerinden geçen yoldu. Çok işlek olan bu yolun bazı noktalarında yemyeşil derin vadiye uçuyormuşuz duygusunu defalarca yaşadık. Araçlar o keskin virajlarda birbirine değercesine geçerken de yüreğimiz ağzımıza gelmedi değil.
Yol boyunca onlarca köyü, şimdilerde mahalle yapmışlar ne yazık ki, geçtik. Yol boyunca lokantalar, kasaplar, yöreden yetişen meyve ve sebzelerin satıldığı tezgahlar vardı. Mersin’in sıcağından kaçanlar buralardaki yayla evlerine, şatolarına, köşklerine gelmişlerdi. O gün, her zaman püfür püfür esen yayla köylerinde yaprak kıpırdamıyordu. Mersin, deniz kıyısı gibi boğucu nemli sıcak buralarda yoktu ama dışarıda dolaşılamayacak kadardı hava. 1500 metre kadar yükselmişti rakım Arslanköy’e gelince. Yavca köyünden Arslanköy’e doğru baktığımızda geniş bir alana kurulmuş büyük bir yerleşim olduğunu fark ettik. Amcamoğlu Ramazan da ilk kez bizimle buraları görüyordu. O nedenle Güzelyayla köyüne kadar kendisine rehberlik yaptım, çünkü geçen yıl, halk arasında “Sunturas” denilen “Santa Iras” adındaki bir azizin yaşadığı Çağlarca’ya gelmiş ve vadideki görkemli şelaleyi seyretmiştik eşim Sevda ve kızımız Evin’le. O zaman çok güzel kiraz, vişne vd. meyve ağaçlarının, mısırın, fasulyenin yetiştiğini fark etmiştik.
Çınarlıkahve’ye varıp Behzat Şahin’i sorduğumuzda, garson bizi masasına götürdü. Kardeşi Nedim’le sohbet ediyorlardı. Selamlaşıp esenleştikten sonra masalarına oturup yanımızda götürdüğümüz poğaça-simit eşliğinde çaylarımızı içtik. Çünkü, şekerimin düşme sinyalini bedenim vermişti. Masanın yan tarafındaki çeşmeden buz gibi suyumuzu da içtikten sonra söyleşimize başladık. Babası Tahir Şahin, köyün muhtarlığını yapmış 1940’lı yıllarda. Dolayısıyla eskiden beri okumaya düşkün, girişken ve mücadeleci olan Arslanköylü kızların da Düziçi Köy Enstitüsü’nde okumalarını sağlamış. Bizler öğretmen okulu döneminde Düziçi’nde okuduğumuz için bu anlamlı aydınlanma hareketinden söz edilirdi. Daha sonra Düziçi Köy Enstitüsü mezunlarıyla ilgili kitaplar yayınlanınca 1940’lı yıllarda burada okuyan Arslanköylü kızların sayısının 15 kişiyi geçtiğini öğrenmiştim. Behzat Ağabey, “Bunda babamın payı önemlidir. Bizimkiler buraya Darende’den gelmişler. Büyüklerden duyduğumuza göre oraya da Balkanlar’dan göç etmişler.” dedi. Sevda Öğretmen’in, “Siz Yugoslav göçmenlerine benziyorsunuz.” demesi üzerine bu açıklamayı yaptığını da belirtmeliyim.
“Köyümüzden her alanda, meslekte kendini yetiştirmiş binlerce kişi var. Uçak mühendisinden bürokratına, sinemacısından tiyatrocusuna, yazarından profesörüne kadar. Abim Osman Şahin de yazdığı eserlerle, filme çekilen hikayeleriyle köyümüzü dünyaya tanıtanlardan biridir.” diyen Behzat Şahin, kahveye adını veren çınarın Atatürk’ün 1938’de Hatay’ın kurtarılması için Mersin’e gelmesinin hatırına dikildiğinin altını çizdi. Böylece o zamanlar 20 yıl Fransız işgalinde kalan Hatay coğrafyasının çocuğu olarak bu bağımsızlık temalı çınara selam verdim. Değişik açılardan fotoğrafını çekip video kaydını aldım. Üst tarafında yeniden restore edilen taş yapının 1930’lu yıllarda Çolak Ali tarafından yaptırılan Halkevi olduğunu da dile getiren Behzat Şahin’in, o yıllarda Arslanköylülerin çok güzel piyesler oynadıklarını da ballandıra ballandıra anlatması üzerine aklıma hemen Arslanköylü kadınların oluşturdukları tiyatro topluluğu geldi. Yanılmıyorsam bundan 25 yıl önce burada kurulan Arslanköy Kadın Tiyatro Topluluğu, sahneye koydukları oyunlarla ülkenin gündemine gelmişti. Kadın, çevre, eğitim başta olmak üzere birçok konuyu işleyen oyunları kendileri yazıp oynayan bu kadınlardan Ümmiye Çolak, filmleriyle de ülke gündeminden düşmedi. Kendisi bu köye gelin gelen Ümmiye Çolak, Adana’nın Çelemli köyündeki çok çocuklu ailede eğitim olanağı bulamamanın acısını derinden yaşadığı için kendisini okumaya verir. Bu tiyatro çalışmasına öncülük eder. New York Avrasya Film Festivali’nde ‘Sinemada En İyi Avrasyalı Kadın Sanatçı’ ödülünü alan ‘Yün Bebek’ filminin yazarı, yönetmeni ve Arslanköy Kadınlar Tiyatro Topluluğu'nun kurucusu olan Ümmiye Çolak gibi kadınların bu topraklarda çoğalmaları için çok çalışmamız gerektiğini düşündüm. Hele hele kadınların bu kadar cinayete kurban gittiği, gerici eğitim sistemiyle evlerine kapatılmak istendiği günümüzde bunun çok daha önemli olduğunun altını çizmeliyim.
Ha, yukarıda Çolak Ali’den söz ettim. Bu isim, Arslanköy için olduğu kadar Türkiye için de aslında çok değerli… Çünkü, kendisi Çanakkale Savaşı’nda İngiliz emperyalizmine karşı savaşırken bir elini kaybettiği için “Çolak Ali” olarak anılmıştır. Aynı zamanda 1918’de başlayan Mersin’in işgaline karşı Efrenk Birliğini oluşturarak direnişi başlatan kişilerdendir. Mersin’in işgalden kurtarılmasındaki Efrenk Birliğinin rolü tarihe geçmiştir. Cumhuriyet kurulunca köyün ilk muhtarı olan Çolak Ali, 1928 yılında köyde ilkokulun açılmasını sağlamış ve okula kızını gönderen ilk kişi olarak köylüye önderlik etmiştir. El-ezher gericiliğinin etkili olduğu köydeki kızların okutulmaması için direten yobazların egemenliğini kırarak Düziçi Köy Enstitüsü’nde 1940’lı yıllarda Hüsniye Özgür, Dudu Yedigöz gibi kadın öğretmenlerin yetişmesinin de önünü açmıştır. Onun bu aydınlanma mücadelesini daha sonra muhtar olan Tahir Şahin sürdürmüştür.
Düziçi Köy Enstitüsü’nden mezun olup da Türk edebiyatında yer edinen şairlerden Behzat Ay da Arslanköylüdür. 1936’da bu köyde doğan şairin Kızılcahamam’da öğrencisi olmuş sevgili Davut Köksoy dostumuzdan onunla ilgili anıları defalarca dinlemekten zevk almışımdır. Kendisini okumaya teşvik eden, Demirlibahçe Ortaokulu’nda Türkçe Öğretmenliği yapan yazar Dursun Akçam’la tanışmasını sağlayan da Behzat Ay’dır. 1999’da İstanbul’da kaybettiğimiz eğitimci ve şairimizi saygıyla anıyoruz Arslanköy’de. Onun “Bir Yalnız Nar Ağacı” şiirinde dillendirdiği “Bir başka çocuklar/ Türkiye’yi konuşacaklar/ Bir başka etkinlikte” üzere, biz de bu satırlarla onu konuşmuş olalım.
Behzat Şahin Ağabey’in önerisi üzerine köyün kuzey batısındaki Başpınar’a gidiyoruz 6 km kadar. Yol boyunca meyve bahçeleri, hayvan çiftlikleri görüyoruz. Yeğeni olduğunu söylediği İsmail’in yerinde alabalık yemek istiyoruz. Ancak çınarların altından karpuz çatlatan suların aktığı burada suni yemle beslenen alabalık değil de dönüşte çebiş eti yemeyi planlıyoruz. Sunturas’ta yediğimiz çebiş etinin lezzetini beğeniyoruz ama köylü kurnazlığının ne kadar kötü bir şey olduğunu da görüyoruz.
Daha önce sözleştiğimiz üzere Mersin’e dönerken Yeniköy’de olduğunu öğrendiğimiz Adil-Tülin Okay dostlarımızı ziyaret ediyoruz. Bekiralanı’na dönen kavşakta bulanan evlerinde birkaç saat sohbet edip özlem gideriyoruz. Okay dostlarımız, politik sanatın örnekleri olarak özellikle cezaevlerindeki devrimci tutsaklarla dayanışma konusunda önemli çalışmalar yaptıkları gibi 6 ve 20 Şubat Depreminin yarattığı büyük yıkımla ilgili açtıkları sergilerle de sorunun özüne dikkat çekmeye devam ediyorlar. Bu konuyla ilgili olarak 25 Mayıs’ta Ankara’da yaptığımız “İnsan Hakları Perspektifinden 6 Şubat Depremleri Konferansı”nın nasıl hazırlandığına, içeriğine ve sonuçlarına ilişkin bilgi akışı sağladık. Ortak dostlarımızın durumlarını, çalışmalarını değerlendirdik. Üretken ve ortakçı sanat emeğinin kaprislerle değil paylaşımlarla gelişebileceğine ilişkin deneyimlerimizi paylaştık.
Kızımız Evin, Okay’ların kızı Öykü’nün Pango adlı tavşanını çok seviyor. O, tüm hayvanlarla o kadar hızlı ahbap oluyor ki, çoğu kere yoğun ilgisinden sıkılan hayvanlar kendisinden kaçmak için delik aramaya başlıyor. Kahverengi renkli ve uzun burunlu Pango da bir süre sonra çare arıyor sevgi dolu kızımızın aşırı ilgisinden kaçmak için. Gülüşüyoruz tabi…
Adil’le kitap alışverişi yapıyoruz. Ayrılırken çok leziz kırmızı şaraptan birer kadeh demleniyoruz. Tabi kaptanımız Ramazan Kabadayı almıyor yolda başımıza bir şey gelmemesi için. Tülin’in yaptığı kekikli katıklı ekmeğin tadını çok seviyoruz. Kendilerine teşekkür edip sarılarak Okay’larla vedalaşıyoruz. Buraya birkaç yüz metre uzaklıktaki Doğan Gülşen Ağabey’in geçen yıl konuğu olduğumuz evini selamlıyoruz. Kendisi Mersin’de olduğunu söylediği için ziyaret edemiyoruz. Ortaöğrenimini Antakya’da yapan, 1960’lı yılların Antakyalı sosyalist öncülerinden Yalçın Ergönül ve şair Süleyman Okay’ın yetiştirdiği sosyalist gençlerle siyasi mücadelesini geliştiren Doğan Gülşen, Mersin’deki 1968 Ormanı’nın oluşturulmasında da öncü rol oynuyor. Onun da emeğine saygıyla yayla suyumuzu Yeniköy’den doldurarak Mezitli’ye dönüyoruz.
Osman Şahin Ağabey’in Luvilerin yayla merkezi olduğunu ileri sürdüğü Arslanköy’ün tarihi mekanlarını, tiyatrocu kadınlarını, sanatçı insanlarını da bir başka ilkyazda görmek dileğiyle Toroslar’ı aşarak Ankara’ya dönüyoruz.