Müslüm KABADAYI

Tarih: 25.06.2025 07:59

Bir Köy Enstitülünün Ölümü Üzerine

Facebook Twitter Linked-in

İnsanın bugüne kadar aşmak için uğraşmaktan vazgeçemediği büyük trajedidir ölüm. Türümüzün mitolojik, dinsel, sanatsal anlatılarla ölümsüzleşmeyi amaçladığı da dile getirilir. Doğal olarak bedensel ölümün önüne geçemeyen, yapıtlarıyla adının geleceğe taşınmasını sağlayan çabalardır bunlar. Bedensel ölümsüzlüğü arama çabası Gılgamış destanı, Lokman Hekim hikayesi başta olmak üzere birçok anlatıda betimlenegelmiştir. Bu konuda yapılan bilimsel çalışmalar da genetik alanındaki gelişmelerle çok daha uzun süre yaşama olanağının sağlanabileceğini, zamanla hücresel yenilenmeyle ölümsüzlüğün de mümkün olabileceğini göstermektedir. Neden böyle bir giriş yaptığıma gelince...

Yakından tanıma, dostluk kurma olanağı bulduğum son Köy Enstitülerden Yusuf Ziya Bahadınlı’yı 19 Mayıs 2025’te sonsuzluğa, yıldızlara uğurladık. 98 yıllık ömrünün son çeyreğini birlikte paylaştığı Emine Hanım başta olmak üzere, çocukları, akrabaları, Bahadınlı arkadaşları, benim gibi dostları onun ölemeyeceğini hissetmişlerdir, diğer deyişle ona ölümü yakıştıramamışlardır. Onun kişisel yaşamından çok sayıda anı, anekdot, olay ve durumlar örneklenebilir neden ona ölümün yakıştırılamayacağına dair. Kendisiyle tanıştığımda 40 yaşındaydım, o da 73’ündeydi demek. Tanıyanlar bilir hızlı yürürüm; o nedenle benimle yürüyenlerin çoğu yetişmek için bir bakıma sürüklenirler. Hiç unutmuyorum Taksim’den Anzavur İşhanı’ndaki Nâzım Kültürevi’ne birlikte yürümüştüm, ona yetişmekte zorlanmıştım. Bir de acelemiz vardı tabi, orada kurduğu kütüphaneye malzeme yetiştirmemiz gerekiyordu. Malzemeyi yerine koyduktan sonra, “Yusuf Ziya Ağabey, yorulduk. Şimdi demli bir çay içmeyi hak ettik.” dememle birlikte ocağa yönelmek istedim. “Dur bakalım. Sen beni yaşlı mı görüyorsun? Ben koşarken, çalışırken, okuyup yazarken dinlenirim. Yorulduğumuzdan değil, çay içerken de dinlendiğimiz için al gel bakalım.” demişti. Onunla İstanbul ve Ankara’da defalarca, Bahadın’da iki ve Antakya’da bir kez buluştuk; hiçbirinde ona “Yoruldun mu?” dememiştim.

Galatasaray Lisesi’nin altındaki sokakta bulunan evi dördüncü kattaydı ve herkesten hızlı çıkar inerdi. Üç yıl öncesine kadar bu direncini sürdüren Yusuf Ziya Ağabey rahatsızlanmıştı ve merdivenleri gerekçe göstererek dışarı çıkmak istememişti. Eşim Sevda  ve kızımız Evin’le birlikte israr ettik kendisiyle Boğaz’ı seyretmek için. Cesaretlenmişti ve ilk kez onu ağır adımlarla yürürken görmek beni derinden sarsmıştı. Maddi gerçeklikten kopan düşünsel-dugusal dünyamla onu her zaman dinç bulacağımı, yine bir yerlere koşturacağımızı, heyecanlı ve hep espriyle nakışlanan konuşmalar yapacağımızı sanmıştım çünkü. O gün Emine Hanım’ın kılavuzluğunda Dolmabahçe’ye gitmiştik ve bir kafeye oturarak Boğaz’ı seyrederken çok az konuşmuştuk. O, durgundu ve gelip geçen deniz araçlarına dalıyordu. Sanki çok uzaklara gitmek ister gibi bir hali vardı.

O zaman düşünmeye başladım. 1927’de İç Anadolu bozkırında bir vaha olarak nitelediğim Bahadın’da doğan Yusuf Ziya Ağabey’in öykü ve romanlarına, anılarına başvurduğunuzda onun kaç kez ölümden döndüğünü anlıyorsunuz. 1965 seçimlerinde çalışma yapmak için gittiği Çorum’da  uğradığı saldırıda kravatı kopunca boğulmaktan kurtulmasından tutun da “Meclis’in İçinde Vurdular Bizi” kitabında anlattıklarına, trafik kazasında geçirdiği beyin kanamasına kadar nice badireler atlattığı halde bunları gülümseyerek, esprili bir dille anlatmasına hayrandım. Niye mi? Zorlukları aşabilmenin en güzel yoluydu ona göre bu dil. Yaşama yeniden dört elle sarılabilmek için ışılayan gözlere, gülen yüzlere ihtiyaç olduğunu bilen bir aydındı.

Düşünceye dayalı öğretici metinlerinden olan “Yaşamak ve Ölmek Üstüne”, “Alevilik ve İslam Fanatizmi”, “Türkiye’de Eğitim Sorunu ve Sosyalizm”, “Dört Sosyalist Ülke” kitapları ne yazık ki ülkemizde yeterince ilgi görmemiş yapıtlarıdır. Kendisiyle dil başta olmak üzere eğitim, felsefe, siyaset alanlarında sohbetler yapardık, bazen tartışırdık. Bunlardan birini örneklemek isterim. “Anadolu Aleviliği Batınilik” kitabı Yazılama Yayınevi tarafından yayınlanmadan önce dosyayı değerlendirmem için bana vermişti. Eleştiri ve önerilerimi kendisine yazılı olarak ilettiğimde İslam inancında(dünyasında)ki “Alevilik”le kendisinin sosyolojik açıdan ortaya koyduğu “Alevilik-Batınilik”in bir ilgisinin olmadığını, dolayısıyla dinsel açıdan “Alevilik”in sosyalizmle ilişkilendirilmesini doğru bulmadığımı gerekçeleriyle anlatmıştım. Sonuçta “Batınilik”in de Ali’yi kutsadığının altını çizmiştim. Bunun üzerine kitabın 2. baskısını “Anadolu Aleviliği-Batınilik ve İslam Fanatizmi” adıyla yayınladı. 3. baskı amacına uygun olarak daha sadeleşti, “Alevilik ve İslam Fanatizmi” olarak yayınlandı. Bu, onun eleştiri ve öneriye açık bir sosyalist aydın olduğunu gösteriyordu. O, Köy Enstitülerinden yetişip de gerçek anlamda komünist kişiliği ve dünya görüşü olan bir insandı.

2004’te Ankara’da Sol Meclis tarafından “Sosyalizm ve Eğitim Sempozyumu” düzenlenmişti. İki bildiriyle katıldığım bu sempozyuma hazırlanırken Yusuf Ziya Ağabey’den hem sözlü olarak görüş almıştım hem de “Türkiye’de Eğitim Sorunu ve Sosyalizm” kitabını fotokopi yaparak inceleyip yararlanmıştım. Kitaplarını paylaşmaktan mutluluk duyardı, yalnız tek örneği kalmış kitaplarını da sıkı takip ederdi. Ülkemizin, insanlığın sosyalist bir eğitimle ancak sömürüden kurtulabileceğini, aynı zamanda doğayla uyumlu verimli üretken ve eşitlikçi paylaşım aşamasına geçebileceğini vurgulardı. Sanıyorum bu düşüncesinin bir gereği olarak, beslendiği topraklara borcunu ödemek amacıyla da Yozgat’ın Sorgun ilçesine bağlı Bahadın beldesinde Yusuf Ziya Bahadınlı Kültürevi’ni yaptırdı. Hem Bahadın’ın tarihini, sosyolojik ve kültürel özelliklerini anlatan hem de bu kültüreviyle neyi amaçladığını dile getirien “Bahadın’da Kültürevi” başlıklı bir kitap da yayınladı. Burası yaklaşık 15 yıldır Bahadın Şenlikleri başta olmak üzere kültürel etkinlikler için hizmet veriyordu. Ne yazık ki bu yıl gerçekleşen sel felaketi nedeniyle sahne tarafındaki duvarı yıkıldı ve bahçesi molozlarla doldu. Kendisi de Edebiyat Öğretmeni olan şimdiki Belediye Başkanı Sami Eroğlu arkadaşımızın öncülüğünde bu sorunun çözülmesi için Bahadınlılar kolları sıvamış görünüyorlar. Bu iş, Bahadın Şenliklerinin yapılacağı ağustosa kadar yetiştirilirse, 20 Mayıs’ta Karacaahmet Mezarlığı’na defnettiğimiz ve onun adını yüreğimize kazıdığımız Yusuf Ziya Ağabey, ışıklarda uyumaya devam eder.

Evet, eğitimci-yazar-sosyalist milletvekili olan Yusuf Ziya Ağabey’le ilgili çok şey yazabilirim - kitapları üzerine incelemelerim, edebi ve siyasi kişiliği üzerine söyleşilerim birçok yerde yayınlandı - ama bu yazımı dergi formatında kısa tutmak istiyorum. Kendisini İstanbul toprağına verdikten sonra 21 Mayıs günü günlüğüme tuttuğum notu aşağıya almak istiyorum.

BAHADINLI ÇINARIMIZI YÜREĞİMİZE GÖMDÜK

Ne çok çınarımızı son yıllarda toprağa verdik. Çevremde son zamanlarda kaybettiğimiz sosyalist aydın, bilim insanı, sanatçı, edebiyatçıları şöyle bir gözümün önüne getirdim. Her biri kendine özgü nitelikleriyle benim yaşamıma dokundular, onların son deminde yanlarında olarak yüreklerine dokundum. Yaklaşık 30 yıl önce yüz yüze tanıştığımız, yapıtlarıyla 50 yıl öncesinden bağ kurduğum Yusuf Ziya Bahadınlı Ağabey’in ölüm haberini iki aydır her an bekliyordum. Yoğun bakımdaydı, daha önceki hastalıklarıyla baş etmişti ama bu kez pıhtı atmaktan kaynaklı zihinsel yeteneklerini tümüyle yitirdiği için hastalıkla mücadele edecek komutları nöronlarına verecek durumda değildi. Emine Öğretmen’den birkaç günde bir yaptığımız telefon görüşmemizden ve yazışmalardan anladığım buydu. Ve o beklenen kötü haber geldi. Candostum Sadık Güvenç telefonla aradı, “Müslüm merhaba. Yusuf Ziya’yı kaybettik, haberin olsun.” dedi. “Çınarımızı kaybettik demek. Onu yüreğimize gömelim Sadık.” dedim ve hemen cenaze töreni üzerine konuştuk. Daha önceki planımız onu alıp Bahadın’a götürmek ve orada yetiştiği toprakla bedenini kavuşturmaktı. Nasıl olmuşsa aile Karacaahmet Mezarlığı’na defnini istemiş. Bize İstanbul’un yolu göründü.  

Sercan Çetiner’in kaptanlığındaki otomobille İstanbul’a giderken Bahadınlı arkadaşlarımız, Yusuf Ziya Ağabey’le ilgili anılarını anlatmak yanında neden cenazenin Bahadın yerine İstanbul’a defnine karar verildiğini sorguluyorlardı. Benim de tanık olduğum birkaç yıl önceki görüşmede Yusuf Ziya Ağabey kendisinin Güllüce’ye (Bahadın’ın üzüm bağlarının bulunduğu bu yer, iki romanına da mekan olmuştur.) gömülmesini istemişti. Arkadaşların anlatımından ve Emine Öğretmen’le yaptığım görüşmeden öğrendiğim kadarıyla Yusuf Ziya Ağabey son döneminde sağlıklı düşünemediği için birilerinin yanlış ifadelerine kızıp Bahadın’a gömülmekten vazgeçtiğini söylemiş. Bu durum rahatlıkla aşılabilirdi bazı görüşmelerle diye düşündüm. Zaten gündüz Sadık’tan ölüm haberini aldıktan sonra Emine Hanım ve Devrim’i arayarak başsağlığı dilemiş, defin yeri ve zamanı konusunda konuşmuştum. Ben görüştüğümde plan netletmişti. Duyurusunu da basına yapmışlardı.

Navigasyon tarifiyle Şişli Tiyatrosu’nun önüne geldiğimizde saat 09.00’a geliyordu. Uygun bir yere aracı park edip kahvaltımızı yapmak üzere bir pastaneye oturduk. Aramıza Rehber Öğretmen Aslan Bozdemir ve Almanya Berlin’den gelen Bahadınlı Deniz de katıldılar; onlarla kucaklaştık. Kahvaltımızı yaparken hem anılar tazelendi hem de törende yapılacaklar konuşuldu. Kahvaltımızı bitirip tiyatronun önüne gittiğimizde Orhan Aydın, Aydemir Güler, Emine Öğretmen, çocukları Sezi-Eda-Devrim ile kucaklaşıp onlara başsağlığı ve sabır diledik. Eski TYS Başkanı Mustafa Köz de gelmişti, merhabalaştık. Biraz sonra Sdık Albayrak ve eşi Yurdanur aramıza katıldılar, kucaklaştık ve üzüntümüzü paylaştık. Sadık Eskişehir Kitap Fuarı’ndaymış. Oradan gelmiş, akşam geri dönecekmiş. Tiyatronun fuayesinde salonun açılışını beklerken yazar dostumuz Murat Tuncel katıldı aramıza, kucakllaştık. Üç yıl önce kendisiyle Yusuf Ziya Ağabey’i ziyaret etmiş, fotoğraf ve video çekimleri yapmıştık. Kendisi Hollanda’nın Lahey kentinde de yaşadığı için oradan tanıştığı Bahadınlı Haydar ve İbrahim Eroğlu’nun akrabası olan Sami Başkanı tanıştırdım. Esenleştiler. Salon açılıp içeriye girdiğimizde sahnede üç gencin başında beklediği Yusuf Ziya Ağabey’in TKP bayrağına sarılmış tabutu ve önünde çok bilindik fotoğrafı duruyordu. Oradan selam verdim. Salon dolmuştu. Törenin sunumunu Orhan Aydın yaptı. Aile adına Sezi konuştu, gözyaşlarımızı içimize akıtarak ağladık. Kızların babalarıyla ilişkileri genel olarak iyidir, büyük travmalar çok az yaşanmıştır. Aydemir Güler, Sami Eroğlu, Kemal Okuyan duygu ve düşüncelerini dile getirdiler. Sami dostumuz, onu doğduğu topraklara gömemenin üzüntüsünü duydukların dile getirdi. Onun anısını yaşatmak için Yusuf Ziya Bahadınlı Kültürevi’nde müze yapacaklarını belirtti.

Şişli Tiyatrosu’ndaki tören bitince katılımcılar dışarı çıktı, hemen Bahadınlı arkadaşlara haber saldım. “Yusuf Ziya Ağabey’in tabutu başında onunla vedalaşalım.” dedim. Biz ellerimizi tabutun üzerine koyarak ona son sıcaklığımızı verdik. Selam durduk. O arada sanatçı Kadir İncesu fotoğraflarımızı çekti. Yıllar önce İnsancıl Dergisi çalışmamızda kendisiyle tanışmıştık. Kendisine teşekkür ettim.

Bir saat sonra Karacaahmet Mezarlığı’ndaydık. Yürüyerek gömüleceği yere tabutu taşıyarak geldik. Herkes büyük bir saygı ve özenle cenazenin mezara gömülmesinine katkıda bulundu. Hem kürekle hem de elimle kendim, Sevda ve Evin’imiz adına toprak attım mezarına Yusuf Ziya Ağabey’in. Kendisini ziyarete son kez gittiğimizde Sevda saçını maviye boyamıştı. Dolayısıyla Yusuf Ziya Ağabey onu “Mavi Saçlı Kadın” olarak kodlamıştı. Evin’imizin yakışıklı dedesiydi. Ölüm haberini eşimle paylaştığımda hüngür hüngür ağladı.

Onun bedeni toprağa gömülürken, Emine Hanım topluluğun uzağındaydı. Yanına giderek bizlerle mezarın başında olmasını önerdim. Ona son 20 yılında emek vermiş güzel insan Emine Hanım’ın öyle uzakta durmasını içime sindirememiştim. Sağ olsun, israrımı kırmadı ve elinde onun fotoğrafıyla birlikte mezarın başına geldik. Topluluk yavaş yavaş dağılmaya başlayınca Bahadınlı dostlarımız ve Emine Hanım’la birlikte fotoğraf çekindik. Kendi yaşam felsefesini, kültürünü cenaze töreninde de yaşatmak isteyen Yusuf Ziya Ağabey’in vasiyeti üzerine toprak testi içinde yetiştiği topraktan getirilen ve bana uzatılan şarabın ilk yudumunu içtikten sonra geri kalanını başucuna damla damla akıttım. Mezar tahtasından tutarak, “Dudaklarına değsin ağabey!” dedim. Başucunun yan tarafına dikilen üzüm omçasına kimse basmasın diye taşlarla etrafını kapattım. Bahadınlı dostlarımızın onu topraklarına gömemenin burukluğu - köylerinden getirdikleri toprağı, üzüm omçasını ve şarabı Yusuf Ziya Ağabey’le buluşturmalarıyla - az da olsa  giderilmişti. Onun mezarı başında yapılan bu vasiyet uygulaması da gösterdi ki, doğadan beslenen ritüelleri ciddiye alan bir Köy Enstitülü olarak dinsel geleneklere teslim olmayan, kendi kültürünü yaşatan bir aydın tavrından hiç taviz vermedi.

Evet, 1927’de Yozgat’ın Bahadın köyünde doğmuş, hayvan güderek, ekin biçerek, harman savurarak biçimlenen çocukluğunda buradaki ilkokulu bitirmiş. Kayseri Pazarören Köy Enstitüsü’ne gitmiş. Burada Türk ve Dünya edebiyatının önemli yazarlarıyla tanışmış. Kütüphanecilik kolundaymış, bu işini daha da kolaylaştırmış ve çok yapıt okumasını sağlamış. Köylerinde öğretmenlik yaptıktan sonra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü kazanmış, ne yazık ki 1946’da Amerikancı ve gerici Şemsettin Sirer’in Bakan olup Yüksek Köy Enstitüsünü kapatması nedeniyle burayı bitiremediği için Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünden mezun olmuş. Öğretmenlik yaparken atasözleri, deyimler üzerine araştırmalarına devam etmiş. Öğretmenlikten ayrılmış, yayıncılığa başlamış. Ekonomik sıkıntı çekince bakkallık yapmış. TİP kurulunca partiye katılarak sosyalizm mücadelesini sürdürmüş. 
Türkiye’de işçi sınıfı, dolayısıyla sosyalist hareketin giderek gelişip yaygınlaştığı 1960’lı yıllar TİP’in de 15 milletvekiliyle TBMM’de temsil edilmesini yarattı. “Meclisin İçinde Vurdular Bizi” kitabında bu süreci ayrıntılarıyla anlatan Yusuf Ziya Ağabey de o 15 milletvekilinin arasındaydı. TİP grubunun eğitim alanıyla ilgili çalışmalarını yürüttü. Bundan 20 yıl önce kendisiyle Meclis’e gitmiştik, Sadık Albayrak yanımızda olmak kaydıyla. Bizi, kendisine burada yapılan saldırının gerçekleştiği yere götürdü. Orada canlandırarak anlattı saldırıyı. “Ali İhsan diye AP’li bir milletvekili vardı. Kendisi Köy Enstitüsü mezunuydu. Baktım bana alttan tekme atanlardan biri de o. Başkaları devreye girdi, saldıranları engellediler. Ali İhsan’a dönerek, ‘Ya utanmadın mı sen bana vurmaya? Sen de Köy Enstitülüsün. Sen bari vurmasaydın!’ dediğimde ne dese beğenirsiniz bu güya öğretmen olan adam, ‘Niye ben milletvekili değil miyim?’ Varın siz düşünün,  dört yıl burada nasıl mücadele ettiğimizi...”

Milletvekilliğinden sonra yayıncılığa, yazarlığa devam eden Yusuf Ziya Ağabey, 12 Eylül askeri faşist darbesi nedeniyle 12 yıl Fransa ve Almanya’da sürgün yaşadı. O dönemde ne çok zorlukla, ihanetle karşılaştığını ince ince dokundurmalarla anlattığı sohbetlerimiz oldu. Zamanı geldiğinde bunları da yazmak bizim boynumuzun borcu olsun.

Milletvekilliğinden önce yayınladığı kitaplar daha çok dil, deyim, atasözü gibi konularla ilgili. İlk kitabı “Deyimlerimiz ve Kaynakları” adıyla 1958’de Hür Yayınevi’nce yayınlanır. Kendisinin kurduğu  Hür yayınlarından 1964’te Türkçe Deyimler Sözlüğü” 1964’te yayınlanır. Aynı yayınevinden Aydın Su takma adıyla “Atasözleri Sözlüğü” kitabı yayınlanır. “Türkçe Okul Sözlüğü” de 1975’te yayın hayatına kazandırılır. Edebi eserlerine gelince, “İtin Olayım Ağam” öykü kitabı 1964’te yayınlanır. “Güllüceli Kazım” romanı da ilk kez 1965’te okurla buluşur. Bu kitabın Türkiye eğitim tarihi ve eğitim anlayışları, programları üzerine çalışmak isteyenlerin okuması için yeniden basılması gerektiğini düşünüyorum.

Hikaye ve romanları, milletvekilliğinden sonra arka arkaya yayınlanmaya başlar. “Güllüceyi Sel Aldı” (1972), “Gemileri Yakmak” (1977), “Haçça Büyüdü Hatiç Oldu” (1978),  “Geçeneğin Karanlığında”(1982), “Açılın Kapılar” (1985), “Titanik’te Dans” (1986), “Lidya Gözleri YaprakYeşili” (1996)”Tavandaki Kırmızı” (1999); anı kitapları “Öyle Bir Aşk” (1993), “Meclisin İçinde Vurdular Bizi” (2006) yıllarında yayınlandı. Yusuf Ziya Bahadınlı’nın inceleme kitapları da şunlar: “Dört Sosyalist Ülke” (1970), “Alevilik ve İslam Fanatizmi” (2006), “Yaşamak ve Ölmek Üstüne” (2015) ve daha önce değindiğim “Türkiye’de Eğitim Sorunları ve Sosyalizm”. Bunlardan “Dört Sosyalist Ülke” kendisinin TİP milletvekiliyken parlemento üyelerinin değişik ülkelerde incelemeler yapmak üzere görevli gittiği dönemdeki izlenimlerini kaleme aldığı yapıttır. Aynı geziye katılanlardan Hatay TİP milletvekili Yahya Kanbolat’tan da bu geziyle ilgili izlenimlerini 1998’de dinlemiştim. Oralardan çekilmiş bazı fotoğraflarda iki TİP milletvekili olarak kendilerini yan yana görmüştüm.

Anadolu bozkırında bir vaha olan Bahadın’dan yetişmiş bir eğitimcinin, yazarın, sosyalistin bu kitapları kaleme alması önemli bir belgedir. Bu belgeleri güncelleyerek verimli topraklarımızda yeniden yeşerten Sadık Güvenç, Sami Eroğlu, Aslan Bozdemir, Sercan Çetiner, Baki Ulusal, Deniz Doğanay başta olmak üzere gelecek kuşaktan Bahadınlıların Yusuf Ziya Ağabey’i doğduğu topraklarda yaşatacaklarına yürekten inanıyorum. Kendisinin çocuklarının ve torunlarının da tabi. İşte o zaman, böyle vefalı insanlarla Köy Enstitülü eğitimciler, sanatçılar, edebiyatçılar ölümsüzleşeceklerdir.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —