Gezegenimizin oluşumu milyarlarca, canlıların oluşumu milyonlarca yılda gerçekleşirken maddenin gelişiminin zaman ve koşullara bağlı olarak aldığı biçimler, biz insanların üzerinde yaşadığımız coğrafyaların da niteliklerini belirlemektedir. Coğrafyaların toplumlar tarafından siyasi haritalarla ülkelere bölünmesini doğanın, maddenin diyalektiği doğrultusunda kendi evrimine devam etmektedir. Bu gerçeğe karşın bazı olgu ve durumları kavramlaştırarak anlatmak gerektiğinden, şimdi üzerinde yaşadığımız ülke olarak Türkiye’nin coğrafi özellikleriyle toplumsal-siyasal gerçekliği üzerinde durmak istiyorum.
Yaklaşık bir aydır ülkemizin Muğla ilinin kıyılarındayız. Havası, suyu, koyu, bitki örtüsü bakımından militus (şeker) hastalığıyla 35 yıldır barışık olan bedenimin çok daha sağlıklı ilişki kurmasına vesile olan Bodrum Gündoğan’da iki hafta tatil yaptık. Çarşamba günleri kurulan pazarında doğal tarım yapan köylülerin ürünlerinden alarak beslendik. Özellikle Peynir Çiçeği denen koydaki beyaz incirin düzenlediği bağırsak sindirimimiz yanında bol oksijenli havada yaptığımız yürüyüş ve lacivert sulardaki yüzüş sayesinde Ankara’dayken kullandığım insülin ünitesini neredeyse yarı yarıya düşürmeme karşın, gece yatarken 250 civarında olan şekerimin 7 saat sonra kalktığımda 60-65 arasında seyretmesi, eşim Sevda Hanım’ın bana pekmez içirmesine neden oldu. Bu durumu, Bodrum Devlet Hastanesi’ndeki iki dahiliye uzmanıyla paylaştım. “Beslenme, yüzme-yürüyüş, stresten uzaklaşma, oksijenin bolluğu etkili oluyor ama bu kadar büyük bir farkı ilk kez duyuyoruz.” dediler. Kişilerin genetik özelliklerinin farklılığı nedeniyle böyle konularda farklı tepkiler vermesi doğaldır, belki endokronoloji uzmanlarının benim gibi militus hastalarıyla ilgili Gündoğan vb. yerlerde incelemede ve araştırmada bulunmaları bilimsel açıdan çok yararlı olabilir. Bu özelmiş gibi görünen konuyu niye gündeme getirdiğime gelince...
Son istatistiki verileri bilmiyorum ama Türkiye’de giderek yaygınlaşan, 10 milyon civarında diyabet hastası olduğu dile getiriliyor. Ülkemizde kapitalizmin yol açtığı ekonomik-toplumsal bunalımın yarattığı gergin ortam (stres) buna benzer hastalıkların daha da yıkıcı olmasına yol açıyor. Genç yaşta kalp krizi, beyin kanaması, kanser vb. hastalıklardan ölenlerin sayısı da artıyor. İşte bu acı tablo karşısında ülkemizin coğrafi olanaklarının kamu sağlığını koruyup güzelleştirecek biçimde değerlendirilmesini sağlamak için kullanılması çok önemli hale geliyor. Cumhuriyet’in 12 Eylül faşizmine kadar kamucu politikalarla sağladığı kazanımların 45 yıldır özelleştirme-ticarileştirmeler yoluyla ortadan kaldırıldığı Türkiye’de, 2001 krizinden sonra devreye sokulan “Yağma ve Yıkım Düzeni” üzerinden gündeme getirilen sermaye birikim rejimi nedeniyle ormanlar, sular, madenlerin de yok edilmeye doğru götürüldüğü görülmektedir. Dolayısıyla ülkemizin en önemli turizm gelirinin sağlandığı Muğla-Antalya kıyılarında yaşayan koyların ve orman alanlarının yağmalanmasının yol açtığı soonuçları, bu yıl çok açık biçimde gözlemledik. Ülkede yaşanan ekonomik-toplumsal kriz nedeniyle dışardan gelen turist sayısı azalırken, yaz tatillerini kıyılarda geçirmek isteyen emekçi halkımızın denizle buluştuğu plajların da özel şirketlere verilmesi nedeniyle tatil hakkı ortadan kaldırılmaktadır. Kıyılarda kamucu belediyelerin açtıkları kafe-lokanta-köy gazinoları da olmasa insanlar bu kıyılarda çoluk çocuğuyla dolaşmaya bile olanak bulamayacak duruma getirilmiştir.
Bu ülkede tekstil-inşaat-turizm sektörleri üzerinden büyük sermaye birikimi sağlayarak dışa açılan Türkiye kapitalizmi, Ön Asya’da ve Afrika ülkelerinde yaptığı yatırımlarla manevra alanını genişletmeye çalışmıştır. Bunu, emperyal savaş stratejilerine bağlı olarak çok uluslu şirketlerin ya da emperyalist devletlerin politikaları çerçevesinde son yıllarda silah sanayisindeki dışa açılımı takip etmiştir. Türkiye sermayesinin dışa bağımlı kırılgan yapısı nedeniyle dış borç bulmakta zorlanmaktan kurtulamadığı da ortadadır. Bu koşullarda deniz kıyılarımızdaki turizm faaliyetleri kamucu bir stratejiyle planlanıp kaynaklar en verimli biçimde değerlendirileceğine koylar özelleştiriliyor, orman kamplarının işletmeleri şirketlere devrediliyor. Dolayısıyla Muğla Akbük koyu, Fethiye’ye yakın Yeşil Vadi bölgesi başta olmak üzere kamuya ait olan ve halkın eşit biçimde yararlanmasının devlet tarafından sağlanması gereken turizm faaliyetleri, bu ülkenin emekçileri için erişilemez hale geliyor. Bu bölgedeki tarihi, kültürel ve arkeolojik değerlerin de başta öğrencilerimiz olmak üzere halkımız tarafından en etkin biçimde değerlendirilmesi sağlanamıyor. Çünkü, toplumun büyük çoğunluğu geçimini sağlamaktan başka kültür-sanat ve turizm faaliyetleri için kaynak yaratamamaktadır.
Muğla Ortaca’ya bağlı Dalyan bölgesi, hem azmağındaki tekne, feribot, sandal ulaşımıyla sağlanan turistik faaliyetlerin canlanmasına hem de kaya mezarlar ve Kaunos Antik Kentiyle kültür turizmine ciddi katkıda bulunuyor. Bu bölgedeki köylülerin turizm faaliyetlerine daha örgü ve planlı biçimde katılımı sağlanarak organik ürünlerle yerli ve dışardan gelen turistlerin sağlıklı beslenmeleri sağlanabilir. Yuvarlak yapısıyla 2600 yıl öncesinde uzay gözlemevi, dairesel yerleşim planı, sayılarla ilgili teknik işlemlerin yapıldığı Kaunos Antik Kenti’nin bilinmeyen yönlerinin hızla ortaya çıkartılması sağlanıp modern müzecilik yöntemleriyle eğitim için kullanılması gerçekleştirilebilir. Buraları görmeye, gezmeye, buralarda dinlenmeye ve eğlenmeye gelen insanların çok uygun fiyatlarla kalabilecekleri kamusal tesislerin yapımı gerçekleştirilse, Türkiye’de bölgeler arasındaki turizm faaliyetleri de güçlenir. Böylece kendi yurdunda farklı coğrafyalara, kültürlere, tarihi ve sanatsal alanlara insanların yabancı kalmalarının önüne geçilir. Bu amaçla, daha önce vurguladığım üzere kıyı kentlerindeki belediyelerin açtığı kafe, lokanta, gazinolarla sağlanan uygun tatil ortamı, daha da zenginleştirilerek genişletilmelidir.
Muğla ve Antalya kıyılarıyla ilgili gözlem, inceleme ve yaşadıklarımdan edindiğim bilgileri, duygu ve durumları ayrıntılı biçimde ayrıca yazacağımın altını çizdikten sonra şunu dile getirmekte yarar görüyorum: Altmış beş yaşımda görebildiğim bu coğrafyanın adını dahi duymamış, buralarda hangi özellik ve güzelliklerin olduğundan habersiz milyonlarca insanın yaşadığı ülkemizin bu güzel değerlerine kimsenin kıymaya hakkı yoktur. Sadece torunlarımıza değil, börtü böceğe, kurda kuşa, çiçeğe ağaca borçlu olduğumuz doğamıza, ülkemize tüm yurttaşlar sahip çıktığında ülkemizin ve toplumumuzun geleceği değişecektir...