Müslüm KABADAYI


Çanakkale’de Duran Yolcuya…

Müslüm KABADAYI


Eylemlilik, iki ucu sivri değnektir. Bir ucunu başka şeylere yönelttiğinizde diğer ucunun size yöneldiği, acılar verdiği, bu acılardan yeni yolculuklara çıkıp çıkamayacağınızın belirlendiği bir “serüven değneği”dir bu.

1971-1972 Eğitim-Öğretim Yılı’nda ilk kez Maraş’a, 11 yaşında okumak üzere Hatay’ın Yayladağı ilçesine bağlı Kışlak Bucağı’ndan yolculuğa çıktığımda, daha sonra Adana Düziçi İlköğretmen Okulu’nda okuyacağımı, buradan Çanakkale Erkek Öğretmen Lisesi’ne 1976-1977 Eğitim-Öğretim Yılı’nda, yani lise sondayken sürgün gideceğimi nerden bilirdim ki... Sürgün olmama yol açan eylemliliğim ise, benim gibi binlerce İlköğretmen Okulu öğrencisinin, öğretmenlik haklarımız elimizden alınıp Öğretmen Liseli yapılmamız karşısında gösterdiğimiz haklı ve onurlu bir direnişe dayanıyordu. Günlerce süren boykot eylemimiz sonunda, birçok İlköğretmen Okulundaki binlerce öğrenci sürgüne gönderilmişti. Çanakkale yolculuğum da böyle başlamıştı.

1976-1977 Eğitim-Öğretim Yılı’nı, Mart ayına kadar okulda geçirebilmiş; o günün koşullarında gerici kadrolardan oluşan okul yönetimi ve şoven şiddeti bize dayatan faşist öğrenci kuşatması karşısında okuldan ayrılmak zorunda kalmıştım. Böylece öğrenim hayatımda bir yıl kaybetmeme neden olan, ancak benim çubuğumu haksızlığa, zulme karşı sivrilttiğim önemli eylemliliklerden birini gerçekleştirmiştim. O yıl Çanakkale Erkek Öğretmen Lisesi’ne başka okullardan sürgün gelen yaklaşık 60 kadar arkadaşımızla ortaklaşa yürüttüğümüz bu anlamlı direniş sürecinde, Çanakkale halkını tanıma, tarihsel ve doğal ortamı öğrenme, farklı kültürlerden gelen kişilerle kaynaşma olanağı da bulmuştum. O arada, Sadık amcamın eşi Feriha yenge de Çanakkaleli olduğu için bu coğrafyanın insanı bana hep tanıdık gelmişti. Düziçi’nden birlikte sürgün edildiğimiz Andırınlı Muhittin Çiftçi arkadaşımla her hafta sonu gittiğimiz Ömer Aga’nın Kahvesi’nde bölge insanının anlattığı savaş anılarını dinler, bir daha savaşın olmaması için yıkılan yuvaların dramlarıyla bilincimizi parlatırdık. 

O yıllarda, lise son sınıf öğrencisi olarak algılama ve kavrama düzeyime göre Çanakkale’yle ilgili bir şeyler de kurgulamıştım. Boğazın en dar yerinde, Anadolu yakasındaki Çimenlik Kale ile Gelibolu Yarımadası’ndaki Kilitbahir Kaleleri’ni boğazın sularında öpüştürmüştüm. Ki Persler’in binlerce yıl önce okçularını karşıya geçirmek için teknelerden köprü kurdukları bu sularda, yıllarca sonra ben öpücükten bir iç kale inşa etmiştim. İlya Halyo adlı bir Musevi tarafından yaptırıldığı söylenen Aynalı Çarşı’da dolaşırken “düşmana karşı gitme”nin, “İşgalciler her zaman kaybeder” anlamına geldiğini bilmiyordum. 1897’de kare planı yükseldikçe daralan katlar halinde yapılan saat kulesinin boğaza bakan tarafındaki Urfalılar’a ait bir lokantada çalışırken, yıllar sonra buraya öğretmen olarak geleceğimi nerden bilirdim ki…

22-23 Mayıs 2004’te, yani 27 yıl sonra, Ankara Mamak Lisesi’nden bir grup öğrenci ve öğretmen arkadaşımızla Çanakkale’nin yolunu tuttuğumuzda, yanımızda ortaokul öğrencisi olan kızımız İlkyaz da vardı. Sabah Çanakkale’ye 18 Mart Stadı tarafından girdiğimizde yüreğim yerinden fırlayacak gibi oldu, çünkü 27 yıl önce öğrencilik yaptığım okulumuzun bulunduğu mekanın bir üstündeki caddeden geçiyorduk. Ne yazık ki okulumuzu göremedim, böylece heyacanımı yatıştırarak yanımdakilere yürek çarpıntımı hissettirmemeye çalıştım. Derken otobüs Cumhuriyet Alanı’ndan İskele’ye doğru yöneldiğinde ufak tefek değişiklikler dışında kentin genel dokusunda fazla bir farklılaşma olmadığını gördüm. İskele’den Hastanebayırı’na doğru baktığımızda, tepeye doğru çok katlı binaların arttığı gördüm. “18 Mart 1915” yazısı aynı yerde duruyordu. 

Araba vapuruna binerken Çanakkale toprağına ayak bastım ve 360 derece dönerek kamera çekimi yaptım. Bizim öğrenciliğimizde oranın en büyük oteli olan Truva Hotel’in yerinde yeller esmiyordu, çirkin binalar bulunuyordu. Boğazı vapurla yarıp Eceabat’a ilerlerken kamera, slayt ve fotoğraf çekimlerimizi İlkyaz’la yaptık. O arada ona bazı öğrencilik anılarımdan söz etmeyi de ihmal etmedim. 

Yaklaşık yarım saatteEceabat’a ulaştıktan sonra doğruca Kilitbahir’e geldik. Burada kısa bir mola vererek hem kalenin görüntüsünü aldık hem de güllerle süslenmiş birkaç evi geçip bir çay bahçesinde dinlendik. Hava güneşliydi, bir yandan buna sevinmiştik; çünkü hafta içinde her taraf yağışlıydı. O kadar yolu boşuna tepmeyelim kaygısı hepimizi sarmıştı; güneşli havayla rahatlamıştık. Bu durumda ben kelörterimi takmıştım; İlkyaz ve arkadaşlarımız da güneş çarpmasına önlem almışlardı.

Kilitbahir’deki kısa dinlenmeden sonra öncelikle Seyit Ali Onbaşı’nın 276 kg’lık top mermisini sırtında taşıdığı yere geldik. Bu olayı canlandırmak adına dikilen heykelde ise, top mermisi Seyit Ali Onbaşı’nın kucağına verilmişti. Bu çarpıklığı kızımız başta olmak üzere oraya gelen birçok ilden öğrencilerin fark etmesi hoşuma gitti doğrusu. Oradaki yaşlı bir rehber de, bu heykelin mutlaka değiştirilmesi için çalıştıklarını anlatınca, sevincim daha da arttı; çünkü yanlışların üzerine giden insanlara ne denli ihtiyacımız bulunduğunu, sizler de kabul edersiniz herhalde…

Rehberimiz Atiye Hanım’ın kitaplardan aktardığı bazı anılar, anekdotlar kuru kaçsa da, bunların arkasındaki tarihsel gerçekleri görmemizi sağlıyordu. Arkadaşlarla Çanakkale Savaşı’nda kaybettiğimiz 250 bin insanımızla on binlerce işgalci orduların askerlerinin kaderinin aynı olduğuna dair değerlendirmeler yaptık. İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin çıkarları uğruna buralara gelen ya da getirilen Avustralya ve Yeni Zellandalılardan Afrikalılara kadar burada ölen onbinlerce askerin de bu bilinçle değerlendirilmesi gerektiğine vurgu yaptık ve birkaç kez rehberimize, öğrencilere bunu anlatmak durumunda kaldık. “ANZAK” sözcüğünün bu ölen yabancı askerlerin milliyeti ya da ülkesi olmadığını, tam tersine onları kandırarak buraya ölmeye getiren İngilizlerin kurduğu Avustralian New Zeland Army Company(Avustralya ve Yeni Zellanda Askeri Şirketi)’nin  baş harflerinden oluştuğunun altını defalarca çizdik.  Yurtseverlik ile milliyetçilik arasındaki farkın ve özellikle yurtseverlik bilincinin doğru bilinç olduğuna dair değerlendirmemizin anlamını, Seddülbahir’deki anıta ismi yazılanların Yemen, Bağdat, Halep, Adana, Konya, İzmir, Edirne’den Selanik’e kadar çok farklı bölgelerden gelen birçok etnik ve hatta din farkına karşın kendi topraklarını savunmak için savaşanlardan oluştuğunu görüp gösterince daha iyi anlattığımızı sanıyorum. Özellikle annemin amcalarından Ömer oğlu 1891 doğumlu Abdullatif’in 6. Kolordu, 77. Alay, 3. Tabur, 9. Bölük askeri olarak işgalcilere karşı savaşırken burada öldüğünü örneklemem çok etkili oldu. Çocukluğumuzda “Edehem’in karısı” olarak kodladığımız Ayşe Fatma (Aşatma) Arslan, Çanakkale’de şehit düşen Abdullatif’in (Şimdiki soyadları Yıldız) kızıydı; annemle kuzen olduklarından bizi de hep kollardı. Şimdi hepsi ebediyete göçmüş olan o güzel insanları saygı, sevgi ve özlemle anıyoruz.
Büyük anıta giderken geçtiğimiz yolların bozukluğu ve darlığı, otobüs park yerinin olmayışı, orada doyurucu bilgi verecek rehberlerin bulunmayışı, ormanlık bölümlerde kırılarak kurumuş birçok dalın yangına davetiye çıkartacak biçimde durmaları önemli sorunlar olarak dikkatimizi çekti. Buradan biraz gecikmeli olarak otobüsümüzü bulup Yahya Çavuş Anıtı’nın bulunduğu mekana gittik. Burada İngiliz askerleri adına dikilmiş bir anıt yanında 63 askerle 2000 kişilik İngiz kuvvetlerine direnmiş Ezineli Yahya Çavuş’un öyküsünü dinledik. Tabyalar ana özelliklerini koruyorlardı ve etraftaki yapay görüntüler hoş değildi.

Hepimizin karnı zil çalmaya başlamıştı. Alçıtepe köyüne geldiğimizde gözleme yapan bir yere giderek karnımızı doyurmaya çalıştık. O arada Fatih Öztürk Öğretmen’le Feyzi Deniz Öğretmen’in şakalaşmaları kameramızın kaydında yer aldı. Burdan öte artık Conkbayırı’na doğru tırmanmaya başladık. Sol tarafımızda Gökçeada görünüyordu, Saros Körfezi çarşaf gibi durgundu. Aklıma 1977 yılının Ocak ayında boğazın dalgalarıyla boğuşarak ilerleyen Gökçeada feribotuyla bu sevimli adaya yaptığımız yolculuk geldi. Rumlar’la Türkler’in dostça yaşadığı bu adada Atatürk Öğretmen Lisesi’nde okuyan Maraş Andırınlı Şaban arkadaşımızı ziyaret ettiğimiz o günlerde, adanın tepelerinde özgürce otlayan koyunlar ve çarşısındaki meyhaneler dikkatimizi çekmişti.

Tüm askerleri ölen 57. Alay Şehitliği’ni gezince tüylerimin diken diken olduğunu belirtmeliyim. Mezar yazıtlarında Rum ve Ermeni adlarına rastlayınca, Fatih Öğretmen’le aramızdaki ortak kanı şu oldu: “Burada yatan insanlar, etnik veya dinsel nedenle değil, işgal edilmek istenen yurtlarını savunmak için ölmeyi göze almışlar.”

Arıburnu’na çıktığımızda siperleri daha yakından gördük. O zorlu günlerde yaşanan olayların kilometre taşlarını takip ederek bir ulus ve ülke için bağımsızlığın, bir emekçi halk için eşitlik ve özgürlüğün önemini bir kez daha teyit ettik. Öğrencilerimizle Anafartalar’dan ayrıldığımızda bugünkü gençliğin bağımsızlık ve yurtseverlik bilinciyle donatılmasının önemine ve zorluğuna dair sorgulama yaptık. Artık akşam olmak üzereydi ve biz Gelibolu’nun yolunu tutmak üzere otobüslerimize bindik.

O geceyi, yol ve gezi nedeniyle yorgun düşmüş bedenimizi dinlendirmek üzere Güneyli köyündeki Mercan Otel’de geçirdik. Buranın manzarası güzel, denizi oldukça temizdi. Otel çalışanları da sıcak davranıyorlardı. Yemeklerimizi güneş batarken denize bakarak yedikten sonra sahilde bir tur yaptık. Öğrenciler, havuzda yüzdüler ve herkes bir süre sonra derin uykuya daldı. Pazar sabahı erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra, herkes toparlanana kadar gelincik, papatya toplamak üzere dolaştık. O arada İlkyaz’ın de ilgisini çeken görüntüler yakaladık. Bir kaplumbağanın yaşama savaşı bunlardan biriydi. Elindeki fotoğraf makinesiyle 3 filmi bitirdiğini de belirtmeliyim kızımızın. 
Otobüsümüze binip doğruca Çanakkale’ye geçtik. İskele’de inip saat kulesinin bulunduğu caddeden Çimenlik Kale’ye geldik, ancak öğle olduğu için gezemedik; askerlere rica ederek sahildeki müzeyi gezebildik. Buradan yürüyerek Aynalı Çarşı’ya geçtik. Cadde üzerinde bulunan eski ve güzel mekanların çekimini yaparak ilerlerken, öğrenciliğimde buralardan kaç kez geçtiğimi düşündüm. Daha çok iki-üç katlı binaların bulunduğu eski Çanakkale’nin bu sokaklarında bir süre ilerledikten sonra çarşının giriş kapısıyla karşılaştık. Üzerinde üç yazıt bulunan bu tarihi kapıdan içeri girdiğimizde, 27 yıl içinde epey değişmenin olduğunu fark ettim. Birincisi, sadece girişte kalmıştı aynalar. İkincisi, turistik eşya satılan bir çarşıya dönüşmüştü. Arkadaşlarımız ve öğrencilerimiz alışveriş yaparken, 18 Mart Üniveristesi’nde öğretim üyesi olan Necmi Akyalçın Hocamız, eşi ve kızıyla gelip bizi buldular. Bizimkilerle tanıştıktan ve birlikte bir fotoğraf çekildikten sonra otobüse binmek üzere buradan ayrıldık. Postane ve hastane binalarının değişmediğini, bu cadde üzerinden Stadyum’un bulunduğu yere yürürken fark ettim. Bu benim için önemliydi, çünkü bu cadde üzerinde çokça olay yaşamıştık…

Öğle üzeri Truva’nın yolunu tuttuk. Ezine yolu üzerinde ilerlerken, üniversite kampüsüyle karşılaştık. Az ileride Dardanel Fabrikası vardı. 30 km sonra da Truva kentindeydik. Burayı gezerken, bugünlerde sinemalarda gösterilen ve 25’in üzerinde hatası tespit edilen aynı adlı filmden insanlar söz ediyorlardı. 

Truva atının önüne geldiğimizde Kadir Çöpdemir’in çekim ekibiyle karşılaştık. “Kirli” olarak lakabıyla anılan Kadir Bey, yerli ve yabancı insanlarla söyleşiyordu ve bazen kahkahaları yükseliyordu, biz bu 5 bin yıllık kenti dolaşırken. Eski adıyla İda, yeni adıyla Kaz Dağı’nın sularıyla beslenen ve boğaza doğru uzanan ovanın ortasında diyebileceğimiz bir yerde defalarca kurulup yıkılan bu antik kente dair ilk bilgileri Homeros’un İlyada ve Odesa destanından okumuştuk. Alman kazıcıların bu destandan yararlanarak Truva’yı ortaya çıkardığını da öğretmenlerimizden öğrenmiştik. Bugün çok da iyi korunmayan bu tarihi kentin çevresinde henüz ortaya çıkarılmayan başka önemli kentlerin olduğu da biliniyor. Ovanın yemyeşil, boğazın masmavi göründüğü bu mekanda koyunlarını güden çobanlarla da karşılaşmak, doğrusu garipti. Birden aklıma “çoban ateşleri”ni bir araya getirmek ve bu toprakları yeniden aydınlatmak coşkusu uyandı içimde…

Truva’dan sonra Ankara’nın yolunu tuttuk, Lapseki’de bir yemek molası verip sahilde deniz kabuğu topladık. Çıplak ayakla kıyıda dolaşmak, karpuz kabuğunun denize düşmesi gibi ayaklarımızı suya uzatmak, Fatih Öğretmen’in ve öğrencilerimizin çabalarıyla bir animasyon izlemek, Çanakkale gezimizin son eğlenceleri oldu.

Kilitbahir ve Eceabat’ta “Dur Yolcu!” diye başlayan dizelerin göründüğü bu doğa harikasından, “Çanakkale geçilmez” diyarından ayrılırken, “Yolcu yolunda gerek, ama her yolcuya da bir yurtsevgisi gerek.” demekten kendimi alamadığımı belirtmeliyim. Bu sözü, 2012’de sevgili eşim Sevda’yla Gökçeada ve Bozcaada’yı gezdiğimizde de dile getirdim. 2013’te Edremit Körfezi’ndeki tarihi ve doğal mekanları gezerken de… Çanakkale ve çevre illerdeki çevrecilerin, doğa severlerin Kazdağları’nın zengin ormanlarını yok ederek altın çıkarmaya çalışan yağma ve yıkım düzeninin şirketlerine karşı verdikleri mücadelede bu sözün ne kadar anlamlı olduğunu gördüm. Bu insanlarla hep dayanışma içinde oldum. 
Çanakkale, ülkemizin ve emekçi halkımızın geçmişle geleceğinde çok önemli bir yer kapladığı gibi benim kişisel tarihimde de rol oynamış kentlerdendir. 1976-1977 Eğitim-Öğretim Yılı’nda aynı sınıfta okuduğumuz arkadaşlarla Mersin’de emekli öğretmen olarak yaşayan Muhittin Çiftçi arkadaşım sayesinde yeniden buluştum birkaç yıl önce. Jeoloji Mühendisi olduğunu öğrendiğim Mevlit Avsan arkadaşımızla önce yazışıp telefonlaştık. Sonra onların kurduğu whatsapp grubuna üye oldum. Oradan düzenli esenleşmeye başladık. Derken Mevlit arkadaşımızla Ankara’da iki kez görüştük. Onun sıcak kanlılığı ve çalışkanlığı, organizizasyonculuğuyla örtüştüğümüzü fark ettim. Belki de Öğretmen Okulluların çoğunda bu özellik var. Onun anlattığı dramatik bir aşk hikayesini daha sonra bir öykü kitabımda işledim. Beğendiğini söyleyince de çok sevindim.

Hani 18 Mart Çanakkale Zaferinden sonra o boğazdan geçen gemilerin jurnal adı verilen seyir defterine “Çanakkale geçildi.” yazılmayıp “Abideye selam verildi.” notu düşülmeye başlanmış ya, benim için bu destansı kent, her zaman selam verilmeyi hak ediyor. Yürekten selam olsun sana Çanakkale!