Antik çağ filozoflarından Platon, demokrasiye güvenmiyordu. Güvenmemesinin temelinde, halkın çoğunluğunun yönetim için yeterli bilgiye ve erdeme sahip olmadığını düşünmesi yatıyordu. Ona göre, herkesin eşit oy hakkına sahip olduğu bir sistem, deneyimsiz ve bilgisiz kişilerin yanlış kararlar almasına yol açabilirdi.
Platon'un "Devlet" adlı eserinde, ideal bir devletin filozoflar tarafından yönetilmesi gerektiğini savunuyordu. Bu filozoflar, yönetim sanatında eğitimli ve donanımlı kişiler olmalıydı. Platon, demokrasiyi bir geminin dümenini tamamen bilgisiz bir yolcuya teslim etmekle eşdeğer görüyordu. Ayrıca, demokrasinin zamanla yozlaşarak halkı yanıltan demagogların ya da tiranların ortaya çıkmasına zemin hazırlayabileceğini düşünüyordu.
Elbette platonun döneminden günümüze kadar yüzyıllar geçmiş, yaşlı dünyamız birçok çeşit demokrasi birçok diktatörlük görmüştür. Bu örnek burjuva aydınlar tarafından verilir. Ama Platon zamanındaki demokrasi nasıldı? O zaman Atina Forum meydanında toplanan on sekiz yaş üstündeki Atinalılar el kaldırıp oy kullanarak senatörleri seçiyorlardı. Köleler, kadınlar ve yabancılar oy kullanamıyordu. Asiller, büyük toprak sahipleri ve askerler oy kullanabiliyordu. Yani orada demokrasi Asiller ve toprak sahipleri ve askerler içindi. Ama platonun demokrasinin bir tiranın (diktatör) yönetimine dönüşeceği tezi doğruydu. Günümüz de de Bir yönetici en demokratik biçimde bile seçilse, seçildikten sonraki yönetimi eğer denetlenmiyorsa, kendi düşünce sistemi ve vicdanına kalıyor. Buna geçmişten birçok örnek verilebilir. En açık örneği Almanya demokrasisi ve Hitler örneğidir. Hitler demokratik seçimle iktidara geldi. Ama geldikten sonra burjuva demokrasinin göstergesi sayılan partileri üç ay gibi kısa bir zamanda kapattı. Kapatılan partiler milyonlarca oy almış, Almanya’nın en güçlü partileriydiler. Platonun deyimiyle Hitler bir tirana dönüşmüştü. Bugün Trump ve Putin vb. kapitalist ülkelerde bunun çok örnekleri var.
Bu örnek bir yana bugün ‘demokrasi’ kavramı sanki bütün sınıflar için bir demokrasiymiş gibi sunulmaktadır. Biz de de parlamenter ‘demokrasi’ tek adamın yönetimine dönüşmüştür. Bugünlerde İstanbul Belediye Başkanının görevden alınıp tutuklanması, hukuksuz yargılamalar, ekonomik krizin yükünün emekçi kitlelerin üzerine yıkılması üzerine öğrenci ve emekçi kitlelerin ayaklanması da tek kişi tarafından yönetilmenin bir sonucuydu.
En demokratik kapitalist sistemde siyaset kurumu ve parlamenter sistem şöyle işlemektedir: Parlamenterler o kentteki bütün seçmenlerin oyuyla seçilmektedir. Bu da işçi ve emekçi sınıflara “bakın siz de kendi temsilcilerinizi seçebilirsiniz” inancını veriyor. Ya da seçilen vekillerin tüm kentlilerin sorunlarını çözeceği inancını veriyor. Sınıflara ayrılmış bir toplumda hem patronun hem işçinin sorununun aynı kişi tarafından çözümlenmesi demek sömürünün devam edeceği anlamına gelir. İşçilerin kendi sınıf siyasetlerini burjuva tarzı partiler kurarak yapmaları halinde başarı şansı ve sömürüden kurtulma şansı olmadığı tarihi deneylerle görüldü.
İşçi ve emekçilerin en doğru siyaseti kendi sınıf örgütleri olan sınıf sendikaları ve meslek örgütleriyle yapabilirler. Bunu daha önce keşfeden burjuva iktidarlar emekçi sınıflara kendi tarzlarındaki siyaseti yasakladılar. Memurlar siyaset yapamaz, işçiler siyaset yapamaz, sendikalar siyaset yapamaz. Hatta bu durumu işçi ve emekçi sendikaları da öyle içselleştirmişler ki bir sorunla karşılaştıklarında “biz burada siyaset yapmıyoruz” diyebiliyorlar. Hal bu ki “Biz sizin tarzınızda, sizin partilerinizle siyaset yapmak zorunda değiliz” ya da “sizin tarzınızla siyaset yapmayacağız, kendi tarzımızda yapacağız” diyebilmeleri gerekiyor.