Meral Tabakoğlu TOKSOY


DÜNDEN BUGÜNE KIŞ HAZIRLIKLARI ve Nietzsche’yle duygudaşlık…

Meral Tabakoğlu TOKSOY


Ağustos ayının sonuna geldiğimiz şu günlerde küresel ısınmanın etkisi ile normal sıcaklığın üzerinde bir yaz geçiriyoruz. Artık eylül ayı da yaza dahil oldu. Eylül sıcak da geçse, serinlese de sonbahara girmiş oluyoruz. Bu demek oluyor ki çoktan başlamış olan kış hazırlıkları son sürat devam edecek. Konserveler, salçalar, turşular, yeşil ve siyah zeytin, nar ekşisi ve buzluğa atılan yaz sebzeleri… 

Son yıllarda nar ekşisi yapmak çok kolaylaştı. Nar sıkma makineleri Dörtyol’da çoktandır hizmet veriyor. Narı verip suyunu alıyorsun bize sadece kaynatması kalıyor. Biz de bu kolaylıktan dolayı ekşimizi kendimiz yapabiliyoruz. Biber salçası için de durum aynı. Sabahtan akşama kadar yıkayıp, çekirdeklerini ayıklayıp sonra elimizde saatlerce biber çekmekten yorgun düşmemize gerek kalmadı. Biberi veriyoruz çekilmiş olarak alıp kurutuyoruz.

Eskiyle yeni arasında çok fark olduğu aşikâr. Olmalı zaten. Sadece kısaca eskiyi hatırlatmak, yorucu da olsa o günlerde gezinmek istedim sanırım.

Artık her şeyin fabrika üretimini almaya alıştık. Bizden sonraki nesil, tükettiği ürünlerin sofrasına gelene kadarki yolculuğunu bilmeyecek.

Bölgemizin baş yemeklerinin ham maddesi olan buğdayın, soframıza bulgur, un ve yarma olarak nasıl geldiğini bizim jenerasyonun kırsalda yaşayanları bizzat deneyimlemiştir. 

Bulgur yapılacak olan buğdaylar yıkandıktan sonra teştlerde (leğenden büyük alüminyum ve bakır kazanlar diyebiliriz) kaynatılır, iyice piştikten sonra hayıt çubuğundan örülmüş bulgur sepetlerine alınır orada suları süzüldükten sonra gölgenin hiç uğramadığı güneşe serilen yaygılar (savan) üzerine ince tabaka halinde serilir ve gün boyu karıştırılır. Bulgur kolayca kuruması için havanın en sıcak olduğu günlerde kaynatılır. Kurutulduktan sonra taş, tohum ve yabancı maddeler ayıklanır. Artık değirmene gitme vakti gelmiştir. İsteğe göre pilavlık ve köftelik olarak öğütülür. Öğütülen bulgur eve gelince içinde kalan ununu ayırmak için bir örtü üzerinde rüzgârda savrulur. Birkaç saat daha güneşlendikten sonra nihayet tüketmeye hazır hale gelmiştir. Artık bez çuvallara doldurup, zahirelik olarak kullanılan serin bir odada saklanır. 

Un veya dövme (yarma) yapmak için hiç işlem görmemiş buğdaylar ayıklanıp yıkanır ve kurutulduktan sonra değirmene götürülür. Bu mevsimde değirmenler daima kalabalık olduğundan sıraya girilir ve bu annelerin işidir.  

Yılın her mevsimi eksik olmayan yufka ekmekler kış girerken daha da zaruri hale gelir. Taze öğütülmüş un elenir, yoğrulur en az 150 – 200 yufka açılır pişirilir. Bu sayı aile üyelerinin sayısı nispetinde daha da artabilir. Sabah erkenden komşularla imece usulü yapılan ekmekler öğle sonrası ancak biter. En keyifli yanı da o zaman başlar. Acıktıkça tereyağı sürerek atıştırmalık olarak yenen bazlamalardan sonra, soğanlı, çökelekli börekler ve ayran tam bir ziyafettir. Ekmeğin arkasına genellikle “tutmaç” da kesilir. (Yufkadan biraz kalın ve daha az pişirilip küçük kareler halinde kesilen hamur. Çorba yapılır.)
Kışın ısınma problemini sobalı evlerde doğup büyüyenler çok iyi bilir. Tek odada yanan sobayla tüm ev halkı ısınmaya çalışırken, diğer odalar buz gibi olurdu.

O yıllar kalorifer sadece bazı kurumların lojmanlarında vardı. Okullar, devlet daireleri bile soba ile ısınırdı.

Günümüzde ısınmada eskisi kadar odun kullanılmasa da hala azımsanmayacak kadar sobalı evler var. Yaylada evimizin önünden geçen odunculara baktığımda talebin yoğun olduğunu görüyorum. 
Ağaç kıyımı duraksamadan devam ediyor. Benim gördüğümü yetkililer de görüyor ama derin bir sessizlik içinde izliyorlar. Etrafımızdaki çamlar günden güne seyreliyor. Yakınlarda veya yol üstü yerlerde meşe kalmadı. Çevreyi kontrol ettiğimde kesilmiş meşelerin köklerini görüyorum. Kimileri kenarından filizlenip boy vermeye başladı bile. Büyümelerini dört gözle beklesem de göze görünür hale gelince affetmeyeceklerini biliyorum.  Bugün sabah geceden gittikleri belli olan oduncular yüklendikleri meşelerle dönüyorlar. Arkada kalan at yorgunluktan mı bilinmez yolunun dışına çıkıp sendeliyor.

Sahibinin kırbaç darbesiyle toparlanmaya çalışırken, birkaç adım sonra kendini himin (dikenli çalılık) içinde buluyor. Telaşla bakmaya gittiğimde atın çalıların içine gömüldüğünü görüyorum. Sahibi öfkeden kudurmuş halde söyleniyor. Su vermek istediğimde “gerek yok!” diyor. Yorulmuş hayvan galiba dememe; “hayınlık yapıyor” diye söylenirken, beni de ikna etmek ister gibi tekrarlıyor; “kimi hayvan hayın olur inadına yapar. Yıllardır gittiği yolu bilmiyor mu?” Ekmek teknesi olan bu hayvana zerre sevgi veya merhamet duymaması canımı yakıyor ve bu hadise bana Nietzsche’nin yaşadığı talihsiz olayı hatırlatıyor. Onun üzüntüsünü yüreğimde hissediyorum. Yüz yıllar da geçse insanın acımasızlığı bitmiyor. Ben bu düşünceler içindeyken, oduncu atın üstündeki odunları indirmeye koyuluyor. Tahminen en az yarım asırlık meşe odunlarını tek tek indiriyor. Birkaç saat önce can verdiği belli olan, toprağa diksen can bulacağına inanacağın dirilikte…

Dikenlerin içinde biçare bekleyen ata mı, yolun ortasında yatan meşelere mi sarılıp ağlasam…