Müslüm KABADAYI


ENVER GÖKÇE’YLE ÇİT’LENMEK…

Müslüm KABADAYI


“İnsan yaşadığı yere benzer” der Edip Cansever “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde. Bu dizenin lafzı, doğanın insanı biçimlendirdiğiyle ilgilidir. İbni Haldun’un “Coğrafya kaderdir.” sözüyle aynı içeriktedir. Oysa insan-doğa ilişkisinde eylemli bilinciyle özneleşen insan, doğayı da değiştirmeye, dolayısıyla ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirmeye başlamıştır. Sümerlerden başlayarak Mezopotamya’da açtığı su kanallarıyla sulu tarımı geliştirmesi, kentler kurması; bugünkü Samandağ’da Roma döneminde yapılan Titus Tüneli’yle hem baraj oluşturması hem de Selevkiya de Pierra Limanı’nı yapması buna örnektir.

Kemaliye’den ve Erzincan Ovası'nı boydan boya geçen, Türkiye'nin en hızlı akan nehirleri arasında gösterilen Karasu Nehri üzerinde kurulan baraj ve hidroelektrik santrallerden elektrik enerjinin üretilmesinin yanında toprakların sulu tarıma kavuşturulması da günümüz insanının coğrafyanın kaderini değiştirmesine örnek gösterilebilir. Modernleşmeyle birlikte insanın doğayı değiştirmesi giderek hızlanmış olup özellikle kapitalizmin doğayı metalaştırmasıyla ormanlar, madenler, sular ticarileştirmenin kurbanı olduğu gibi insanlığın, doğal yaşamın geleceği “iklim krizi”yle tehlikeye atılmıştır. Yani insan-doğa ilişkisinin diyalektiği yarar-zarar karşıtlığında süregelmiştir.

Niye böyle bir giriş yaptığıma gelince… Toplumcu şiirimizin ışıklı ırmağında “berceste mısraı” bulan Enver Gökçe’nin doğduğu Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Çit köyüne 29 Haziran Cumartesi günü Enver Gökçe Dostları olarak yaptığımız ziyaretin ne anlama geldiğini, insan-doğa-toplum ilişkisi çerçevesinde anlatmak için… Enver Gökçe’nin gençlik döneminde derleyip incelediği “Eğin Türküleri” insan-doğa-toplum ilişkisinin diyalektiğini tüm çıplaklığıyla bize gösteren zenginliktedir. Yukarı Fırat coğrafyasının zorluklarına dayanamayan Eğinlilerin yurtiçi ve yurtdışı göçlerinin mani ve türkülerle dile geldiğini görürüz. Bu öylesine etkilidir ki coğrafya-insan ilişkisinde, 21 Ekim 1922’de adı resmiyette Kemaliye olarak değiştirilen Eğin’de “Mani Yolu”nda sergilendiğine tanık olmaktayız. İşte onlardan biri:

"Kurban olam gözlerinin içine 
Ayrı düştüm o gidiyor gücüme
Elâ gözlerini sevdiğim ağam
Sığamadın mı bir Eğin'in içine"

Yaşam zorlukları nedeniyle göçün Giresun limanı üzerinden en çok İstanbul’a yapıldığı Eğin topraklarındaki Çit Köyü’nde 1920’de doğan Enver Gökçe de, annesinin onun geleceğini okutarak değiştirmek istemesi üzerine Ankara’ya göçenlerdendir. O yıllarda gönüllü olarak yapılan köyden kente göç olgusunun yerini, son dönemde savaş, işsizlik vd. nedenlerle zorunlu “göçertme stratejisi” almıştır ve bu, emperyalist-kapitalist sistemin günümüzde uyguladığı sermaye biriktirme yollarından biri haline getirilmiştir. Ne yazık ki ülkemiz, son yıllarda bu büyük yıkımın acılarının yaşandığı coğrafya haline gelmiştir. Tam da bu noktada, “Enver Gökçe yaşasaydı bu olguyu nasıl şiirleştirirdi?” sorusu aklıma takılmadı değil…

1929’da annesiyle Ankara’ya gelen Enver Gökçe, ilk-orta-lise öğrenimini burada tamamladıktan sonra Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde okur. 1947’de “Eğin Türküleri” bitirme teziyle mezun olur. Fakültedeki hocalarından Halkbilimci Pertev Naili Boratav’ın övgüsünü kazanan bu çalışması önemlidir. Öğrenciyken başladığı şiir yazma, derleme-inceleme çalışmalarını DTCF’deyken öğrendiği Fransızcasını geliştirerek çevirileriyle zenginleştirir. Onun birçok çalışması, Aydın Tataroğlu ve Mustafa Gökçe olarak yayınlanır. Çünkü, üyesi olduğu İlerici Gençler Derneği döneminden itibaren sürekli işkence ve mahpusluk görmüştür. 1951 Tevkifatı sonrası iş bulmakta zorlandığı için birkaç kez Çit Köyü’ne dönmek durumunda kalmıştır. Adı “komünist”e çıktığından köylüleri onu sahiplenmekte zorlanmışlardır. Bu durumu gittiği her yerde yaşamasına rağmen, onun toplumcu-gerçekçi sanat anlayışının bir gereği olarak Enver Gökçe halkına hiçbir zaman küsmemiş, ülke ve toplum gerçeklerini şiir-yazılarıyla anlatmaktan hiç geri durmamıştır.  O, halka ve sanata bakışını şöyle dile getirmiştir:

“İyi bir sanatçı olmak için önce, kendini halkını sevmesi daha doğrusu bu halkın içinden bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi içtenlikle bunu yapmak şarttır.

Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz.

İyilik kötülükleriyle, pisliğiyle, fakat seveceksiniz.

Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini seveceksiniz. Bunu sevdiğiniz bir sürede, bunları yapıtlarınıza geçirebildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız.

Ben, Türk halkının içinden çıkmış, halkımızın özelliklerini yapıtlarımda yansıtmaya çalışan genç sanatçı arkadaşlarımı şimdiden kutlarım."  Böylesine halkına ve ülkesine sevdalı bir toplumcu şairin köylülerine küsmesi mümkün müdür? Korku ve kaygılarını aşan onun köylüleri, dönemin muhtarı Ahmet Şerafettin Sonad’ın öncülüğünde 2008’de Çit Köyü Enver Gökçe Müzesi’ni açarak, bağrından çıkan şairine sahip çıkmıştır. Müzenin girişine konan “Köylülerime” şiiri şöyledir:

“Anamız birdir, aynı memeden emmişiz dostlar.
Kan kardeşiz, sizlere kanım kaynıyor.
Sizlerle beraber herk ettik toprağı,
Beraber yattık hapiste, beraber teskere aldık
Ve maniler yaktık hasret için;
Gülemediysek de boş verdik beraber...
Halay mı çekmedik kol kola,
Horon mu tepmedik diz dize,
Çepken mi vermedik rüzgara?
Koyun koyuna yattık toprak duvarlarda
Sıtmayla, sığırla, davarlarla...
Daha da yatarız dostlarım daha da...
Gün gelirse eğer
Halay çeker, türkü söyler gibi yan yana
Mavzer mavzere verip de
Düşmana kurşun da atarız.
Sizlere kanım kaynıyor, yabancı değilsiniz bana...”

29 Haziran 2024 Cumartesi günü, bizim de kanımız kaynadı Çit köylülere… Başta köyün yeni muhtarı Suat İrfan Gazez (Halk arasındaki adı Orhan.) olmak üzere bizi karşılayan, müzenin düzenlenmesinde yardım eden, köyün konağında ağırlayan, Enver Gökçe’nin doğduğu evi gösteren, bahçelerindeki dut ve erikleri ikram eden Çit halkının da bizi yabancılamayıp bağrına bastığını görmek, hepimizi çok mutlu etti. Heyecanlandırdı, buraya tekrar gelme isteği uyandırdı bizde. Peki “Çit’e yolculuk” serüvenimiz nasıl ve neden başladı? Önce nedenini açıklayalım. 1986’da Zafer Çarşısı’nın üzerindeki kitap standında sahaflık yapan köylüm Selim Sevim’in yanında tanıdığım şair-yazar ve öğretmen İbrahim Erdem’le Öyküşiir Dergisi’ni çıkardığı yıllarda Balgat’taki gecekonduda yeniden buluştuk. Buna ressam, şair ve yazar arkadaşım Erdal Ateş vesile olmuştu. Maden mühendisi ve sanatçı dostum Mete Alpsar’la da dostluğunun olduğunu öğrendiğim üretken ve örgütçü insan İbram Erdem, 2021’de ölmeden önce Zeynal Gül ve Yalçın Duman’la bir araya gelerek Enver Gökçe’nin büstünü heykeltıraş Azimet Karaman’a yaptırmışlar. Araya pandemi girince gerçekleşmeyen bu büstü Çit Köyü Enver Gökçe Müzesi’ne dikme projesini hayata geçirmek, böylece köylüyle kaynaşmaktı amacımız…

Nasılına gelince…

21 Nisan 2024 günü, Öyküşiir Dergisi’nden Meltem Aksoyak  arkadaşımızın “Çit köyüne yolculuk…” adıyla bir whatsapp grubu kurduğunu ve beni de bu gruba dahil ettiğini öğrendim. Birhan Akarsu’nun “Merhaba, Enver Gökçe’nin Çit Köyü yolcuları” mesajıyla gruba katılımlar başladı ve bu yolculuğun örgütleyicilerinden Zeynal Gül’ün “Şiir sesli bir dostla açtık kapımızı. Hoş geldiniz. Merhaba!” seslenişiyle hızlandı. Kenan Öz, Zaim Güzel, Hikmet Dönmez, Sami Aydoğan, Bayram Atakul, Tekin Süllü, Ali Bülbül, Hasan Hüseyin Yalvaç, Ömer Öneren, Yalçın Duman, Abdulkadir Paksoy ve Münevver Aksoyak Erdem’in katılımlarıyla Ankara’dan, 28 Haziran akşamı İlk Meclis’in önünden yola çıktık. Avukat Zeynal Gül’ün bürosundan Enver Gökçe’nin büstünü ve kitapları alıp kaptan Abdullah Bey’in deneyimi ve Vahit Bey’in rehberliğinde Ankara’dan ayrıldığımız araçta, birbirini uzun yıllardır tanıyanlar olduğu gibi ilk kez karşılaşanlar da vardı. Yolda ilerlerken Zeynal Gül’ün yönlendirmesiyle herkes sırasıyla hem kendini tanıttı hem de bu yolculuğa niçin katıldığını anlattı. Katılımcılar, “Ben bizden olan bütün insanların dostu/ Adı haritalarda bile bulunmayan/ bir köyündenim Anadolu’nun. Güzel şeylere hasrettir memleketim,/ Güzel şeylere hasrettir bu Dünya…” diyen Enver Gökçe’nin şiirlerinden okudular, kendi şiirlerini okuyanlar da oldu. Türküler söylendi, fıkralar anlatıldı. Doğrusu zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık.

Geceleyin yol kenarlarındaki ağaçların siluetlerini görme dışında önümüze çıkan bir köpeğin yol açabileceği büyük tehlikeyi Abdullah kaptanın ustalıklı manevrasıyla savuşturmanın korku ve sevincini bir arada yaşadık. Bu yolu Divriği ayrımına kadar daha önce iki kez görmüştüm. Buradan öte gün tümüyle ışıdığı için çevreyi izleyerek doğa ve insan manzaralarını kayda almaya başladım. Gece az da olsa uykumu aldığım için Divriği-İliç arasındaki kestirme yolda gördüğüm doğa manzarasının, özellikle dik yamaçlardan vadi içindeki düzlüklere uzanan salyangoz sırtlı tabakaların görüntüsünün nasıl oluştuğunu anlamaya çalıştım. Yanımdaki koltukta oturan Kenan Öz’ün Koçgiri isyanının başlangıç yeri olduğunu söylediği Kuruçay’ı geçtikten sonra geniş asfalt yola kavuştuk ve karşıda, sadece ülkemizin değil Dünya’nın gündemine 13 Şubat 2024’teki maden cinayetiyle oturan İliç göründü. 9 işçinin canını alan bu iş cinayetinin gerçekleştiği mekandan geçerken, ülkemizin hem insan hem de doğal kaynaklarının bir avuç holdingin yüksek kârları için nasıl yok edildiğinin acısını derinden hissettik.  

İliç’ten Kemaliye’ye kadar yaklaşık 40 km’de doğanın aldığı sert görünüm ve Erzurum’un Dumlu Dağı’ndan doğup buradaki kayaç tabakayı yararak Kemaliye’den Keban’a kavuşan Karasu Nehri’nin oluşturduğu görkemli manzarayı izlerken kimi yerlerde yüreğimiz ağzımıza geliyordu. Ne zaman Karasu’nun üzerindeki demir köprüden karşıya geçtik, sağ taraftaki tünelin önünde “Taş Yolu” yazıyordu. Aracımız soldaki tünele girdi ve kısa süre sonra aydınlığa kavuştuğumuzda nehrin yarattığı görkemli manzara gözümüzü almaya başladı. Taraçalanmış mekanları birkaç km aşınca Kemaliye’nin “sessiz kent” dokusuyla, tarihi evleriyle, daracık yolun her iki yanında boy veren oteller, dükkanlar, devlet kuruluşları, banka ve postane göründü. Bozulmamış bir kentle karşılaşmanın sevincini yaşadık.

Rehberimiz Vahit Bey, oldukça incelikli davranışıyla hepimizin beğenisi kazandı. Kaptanımıza bizi tek başına sağ salim Kemaliye’ye kavuşturduğu için teşekkür ettik. Araçtan inerek sabah kahvaltımızı yapacağımız Kültür Kafe’ye gittik. Kapıda ozan Aysel Çiçek ve gazeteci Safiye Hanım’la karşılaştık, selamlaşıp esenleştik. Onların trenle geldiklerini ve kahvaltılarını yaptıklarını öğrendik. Biz de salona geçtik. Kentin eski bir konağını çok güzel düzenlemişler; duvarlara kentin dokusunu, kültürünü, mimarisini, folklorunu yansıtan fotoğraflar, süs eşyaları, maniler asmışlardı. Bu güzel mekanın geniş salonunda, çaysamanın verdiği duyarlıkla yöresel ürünlerle de zenginleştirilen kahvaltımızı yaptık.

Kaptanımız ve rehberimizle birlikte Kemaliye’den yaklaşık 40 km uzaklıktaki Çit Köyü’ne gitmek üzere araca bindiğimizde 20 kişiydik. Nerdeyse Kemaliye’yle birleşmiş olan Apçağa Köyü’nü görünce, buranın "Orada bir köy var uzakta" diyen ve Aşık Veysel’leri ülke gündemine taşıyan Ahmet Kutsi Tecer’in köyü olduğunu öğrendik. Yemyeşil doğası, taraçalanmış bahçeleri ve birbirini kesmeden uzanan evleriyle dikkatimizi çeken kentin dokusunu andıran Apçağa’yı geçtikten sonra yüzlerce metre aşağıdan akan Karasu’nun oluşturduğu kanyonu izlemenin hem güzelliğini hem de yolun darlığından ve sarplığından kaynaklanan kaygı-korkuyu bir arada hissederek Dutluca Geçidi’ne kadar geldik. Karasu’yu arkamıza alarak batıya yöneldik. Yol artık düz alanda ilerliyordu. Birkaç km sonra Çit tabelasını görünce Arapgir yolundan ayrılıp sola dönerek ve bahçelerin, bostanların, yeşilliklerin içinden geçerek köye ulaşıyoruz.

Aracın köyün içinden geri dönemeyeceğini öğrenince büstü, kaideyi, kitapları alarak Çit Köyü Enver Gökçe Müzesi’ne ilerliyoruz. Yolda köyün yaşlılarından İsmail Soydan Amca’yla söyleşiyoruz. Enver Gökçe’yi iyi tanıdığını söylüyor. Yanında bulunan 64 yaşındaki Feride Yavuz, “Enver Ceçe, ayakları üzerinde yaylanarak yürürdü.” diyerek bize örnekliyor. Adının Veysi Gazez olduğunu söyleyen ve köyde yanımızdan hiç ayrılmayan, muhtarın amcasının oğlu olan incelikli köylüye “ceçe”yi soruyorum. “Ağabey” anlamına geldiğini söylüyor. Kısa süre sonra müzenin anahtarı geliyor ve eşyalarımızla içeriye giriyoruz. İçeriyi nasıl düzenleyeceğimizi istişare ettikten sonra hemen işe koyuluyoruz. Büstü yerine koyduktan sonra kitaplarımızı bir kitaplığa güzelce yerleştiriyoruz. Oradaki malzemelerin tozunu alıyoruz. Orada TYS’nin büstünü de sağlamlaştırıyoruz. Bu eski köy yapısının iç bölümünde etnografik malzemelerin sergilendiğini görüyoruz. Bunu anlamlı bir çaba olarak takdir ediyoruz. Ayrıca girişteki masanın üzerinde gelenlerin duygu ve düşüncelerini yazdığı bir defter açıldığını görünce sırasıyla yazmaya başlıyoruz. Büstün açılışından sonra önünde topluca fotoğraf çekiliyoruz. Asma kattaki oda dikkatimizi çekiyor. Oraya Birhan Akarsu ve Tekin Süllü’nün çıkıp bir şeyleri kayda aldıklarını görüyoruz. Çıkıp baktığımızda burada Enver Gökçe’nin kullandığı yatağın ve birkaç giysinin sergilendiğini fark ediyoruz. Tabi duygulanıyoruz ve boğazımız düğümleniyor, gözlerimiz buğulanıyor…

Yanımızda bulunan Çitli Bahri Erdem’den, Enver Gökçe’nin esas evinin başka yerde olduğunu öğrenince, bizi oraya götürmesini söylüyoruz. Başka arkadaşların oraya gittiğini öğrenince kendisiyle yalnız gidiyoruz. Sanat tarihçisi olan Tekin Süllü’yle daha sonra istişare ettiğimizde bu iki katlı evin restore edildiğinde, bahçesiyle birlikte müze için çok daha uygun olduğunda ortaklaşıyoruz. Bahri Bey’le, Tataroğulları’na (şairimizin ailesi) ait bu evlerin arasında iki taş işlemeli çeşmenin olduğu yere gidiyoruz. Fotoğraflarını çekiyorum. Buradaki dutların altındaki sergiye dökülen dutları incelediğimi fark edince, “Hocam, burada domuzlar var. Bu sergileri yapmazsak hiç dut bırakmazlar.” diyor. Suriye sınırındaki köyümüz Kışlak geliyor aklıma. Sınıra yakın yerdeki buğdayımızı beklerken domuz sürülerinin nasıl sesler çıkardıklarını hiç unutmuyorum.

Bahri ve Veysi Beylerden köyün nüfusunun giderek azalması, yaşlılar dışında üç dört evin yeni kuşaktan olması nedeniyle okulun kapandığını öğreniyorum. Yedi sekiz öğrencinin de Arapgir’de okuduklarını söylüyorlar. Eskiden domates başta olmak üzere sebzecilikle geçimini sağlayan köylülerin Bağ-Kur, SSK emeklisi olduğunu belirtiyorlar. Kendileri gibi yazları köye gelenlerle birlikte hayatın biraz canlandığını vurguluyorlar. Diğer zamanlarda yüz kişiyi bulan köyün nüfusunun yazın iki yüz kişiyi geçtiğinin altını çiziyorlar. Hatta tersine göçün son zamanlarda arttığına dikkat çekiyorlar, özellikle şehirde geçim sıkıntısı çekenlerin köye dönmeye başladığını dile getiriyorlar.

Köyün konağında beklendiğimiz haberi gelince pergelleri açıyoruz. Oraya vardığımızda Kemaliye Belediye Başkanı Erdem Atmaca’yla tanışıyoruz. Belediye Meclis Üyesi ve Eğin Konağı işletmecisi olan Ethem Kılıç’ın güler yüzüyle karşılaşıyoruz. Selamlaşıp esenleşiyoruz. Kemaliye’de gazetecilik ve turizmcilik yapan Şevket Gültekin’le Hacı Ali Akın Meslek Yüksek Okulu Hocası olan Prof. Dr. Türkan Sarp’la tanışıyoruz. Türkan Hocamız, pazar günü okullarının içinde kurulan Prof. Dr. Ali Demirsoy Doğa Tarihi Müzesi’ni gezdirebileceğini söylüyor. Aslında bizim bu yolculuğumuza katılabileceklerini daha önce bildiren Prof. Dr. Ali Demirsoy’la fotoğraf sanatçısı Lütfi Özgünaydın da Kemaliyeli olduklarından onlardan öğreneceğimiz çok şey olabileceğini düşündük. Sağ olsun Lütfi Bey’in “Eğin Türküsü Enver Gökçe” kitabı bize yola çıktığımızda Zeynal Gül tarafından dağıtılmıştı. Önemli bir kaynak…

Çit köylülerin hazırladıkları ikramlardan aldıktan sonra köy muhtarı Suat İrfan Gazez, böyle bir ziyaret için bize teşekkür ettikten sonra, köyün girişinden itibaren Enver Gökçe’nin şiirlerini yol kenarına tabelalara yazdırarak müzeye kadar okunmasını sağlayacaklarını söyledi. Bu çok değerli bir çalışma olur, dedik. Köye ilginin artacağını belirttik. Belediye Başkanı Erdem Atmaca da, gelişimizin çok değerli olduğunu belirtip teşekkür ettikten sonra bundan sonra müzeyle daha çok ilgileneceklerini dile getirdi. Bizlere söz verilince de hepimiz burada olmaktan onur duyduğumuzu ve Çit köylüleriyle kaynaşmaktan mutlu olduğumuzu belirttik. Arkadaşlarımız Enver Gökçe şiirleri okudular. Ben de “Muzur(l)a Koşan Çocuk” romanımda geçen “Keban Dedikleri” şiirini okudum toplumcu şiirimizin ışıltılı ırmağından: “Munzur’um/ Pus/ İçinde/ Savrulur/ Karla/ Rüzgarla/ Aşağıda/ Domates/ Biber/ Fideleri/ Çalışır/ Derin/ Kuyularda.../ Ve/ Keban/ Dedikleri/ Bir/ Küçük/ Şehir/ Yediğim/ Ağu da/ İçtiğim/ Zehir/ Oy kurban/ Ölem/ Ben/ Ölem/ Kuytularda.”

Sınıftaşlığımız kadar DTCF’den okuldaş da olduğumuz Enver Gökçe’yle ilgili 68 kuşağından Ömer Öneren ve bizim kuşaktan Yalçın Duman da vurucu konuşmalar yaptılar, şiir okudular. Yolculuk sırasında yaptığı Enver Gökçe değerlendirmesiyle ufkumuzu genişleten Hasan Hüseyin Yalvaç’ın konuşması ve okuduğu şiiri de köylülerce dikkatle dinlendi. Çit Köyü’ne gidiş gelişimiz boyunca davudi sesi ve militan okuyuşuyla toplumcu şiirimizin güzel örneklerini Birhan Akarsu seslendirdi. Abdulkadir Paksoy, Zaim Güzel, Bayram Atakul, Hikmet Dönmez, Sami Aydoğan, Ali Bülbül, Kenan Öz ve Meltem Aksoyak’ın konuşmalarını, okudukları şiirleri de dinledikten sonra ozan Aysel Çiçek’in bağlama eşliğinde okuduğu türkülere köylülerle birlikte iştirak ettik. Doğrusu şiir tezgahında dokunan Enver Gökçe dostluğumuzu Çit köylüleriyle buluşturmanın coşkusunu yaşayarak, o güzel insanlarla kucaklaşarak ayrıldık Yukarı Fırat topraklarından.

“And olsun şart olsun” ki, büyük ozan Enver Gökçe’yi taşların ve çukurların içinde bırakmadık. Ahın yerde kalmadı emekçi halkımızın şairi ve şimdi köylülerin seninle daha çok onur duyacaklar…