Temmuz sonunda, ağustos ayında bu şehirde esinti nazlıdır. Bir tül perdeyi bile dalgalandırmaya üşenir. Ara ara çocuğunun isiliklerine üfleyen anne gibi şefkatlidir. En fazla terinizi silmenize zaman tanır, biraz soluk almanıza, masayı toplamanıza, kahve fincanına uzanmanıza, kuru bir mendil bulmanıza…yetecek kadar.
On dakika mesafede Sarımazı’da, Belen’de sizin bahçede bile terlediğiniz vakitte “aman serin oldu, içeri geçelim” dendiğini hasetle anarız. Şehrin saz, kurbağa ve sineklerin habitatı olan bataklıkta kurulduğuna, bunun ne kadar yanlış bir seçim olduğuna mutlaka değiniriz.
Hava durumunu izlerken Mardin’in, Diyarbakır’ın, Urfa’nın, Gaziantep’in dereceleriyle karşılaştırırız. Oralar on derece fazladır ama havası kurudur, gecesi serindir. Ah şu nem, burayı işkence kılan hep şu nem!
Tek katlı, yüksek tavanlı, kalın duvarlı, bahçeli evler ne olursa olsun esintiyi davet ederdi. Sinek mi, cibinlikler ne güne duruyor? Damlara, bahçelere serilen yataklarda yıldız haritaları ezberlenir, bulutlardan rönesans tabloları yaratılırdı.
Hasır yaygılar, hasır şapkalar, hasır panjurlar sıcağa tahammülü artırır, duvarlar gün boyu ısınsa da ısıyı oda içlerine geçirmez, ısı yüksek tavanda kaybolur giderdi.
Sıcaktan şikâyet etmek nankörlük sayılırdı: İnciri yersiniz, salçayı seversiniz, bulgura bayılırsınız; patlıcanı, biberi kurutursunuz…bunların hepsi bu sıcak sayesinde, denirdi.
Deniz suyu ısındı, balon balıkları, aslan balıkları doldu denizimize. Beton, zaten nazlı esintimizi kavurucu bir nefes olup salıyor üzerimize. Klimalar odalarımızı serinletiyor şehrimizi ısıtıyor.
Doğa barışmaya dünden razı. Biz yaratılmış ihtiyaçlardan vazgeçelim yeter.