Doğanın zorluklarını aşmak, toplumsal ilişkilerde dayanışmak için yapılan iş ve işlemlere Anadolu’da “imece” denir. Rize’ye bağlı Fındıklı’da, halkın birinci dereceden ihtiyaçlarını karşılamak yanında kültür-sanat-edebiyat bakımından zihinsel ve ruhsal donanımını sağlamak için 2019’dan itibaren “VİÇE’DE MECİ VAR” şiarıyla önemli çalışmalar yapılıyor. Belediye Meclisi yanında Halk Meclisinin önerileri doğrultusunda alınan kararlarla halkla birlikte yürütülen “MECİ”nin Fındıklı Belediyesi tarafından yürütülmesine öncülük eden Başkan Ercüment Şahin Cervatoğlu’yla 35 yıl önce Karadeniz Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği’nde öğrenciyken tanışmıştık, o yıllarda Trabzon’da öğretmenlik yapıyordum. O dönemde bende bıraktığı çalışkanlık, sevecenlik ve toplumcu düşünme-kamucu hizmet anlayışı gibi güzel özelliklerini bugün de koruyor olduğunu görmenin sevincini yaşadım. Ne zaman ve hangi vesileyle peki?
15-25 Ağustos 2024 tarihinde Fındıklı’da yapılan “Yeşil Altın Gümüş Deniz Festivali”nde “Emek Edebiyatı”yla ilgili slaytlı sunum yapmak üzere Viçe’deydim. Sunumumdan bir gün önce 17 Ağustos’ta Çamlık Yaylası’nda yapılacak Vartivor Şenliğine eşim Sevda ve kızımız Evin’le katıldık. Çağlayan Vadisi’nin görkemli manzarasını izlerken Çamlık Yaylası’na ham yoldan tırmanan aracın zıplamasıyla yüreğimiz ağzımıza geliyor ama korkumuzu yenerek yeşilin bütün tonlarına hayranlıkla bakıp yaban hayatının çekiciliğinin peşinden gidiyorduk arkadaşlarla. Araçta, hem Antakya’dan hem de Trabzon’dan tanıştığımız meslektaşımız Hüseyin Şahin de vardı. Ağabeyi Gürbüz’le Hatay’daki sendikal mücadelede omuz omuzaydık. İkisi de yollarını Balıkesir’de birleştirmişler. Hüseyin Öğretmen, Fındıklı’dan evli olduğu için her yaz buraya geliyormuş. Bizi belediyede çalışan kaynı Bülent Özgen’le de tanıştırdı.
Yaylaya çıkarken kat ettiğimiz çetin yol boyunca mekanlarla, bitki örtüsüyle, yaşam biçimleri ve halkın söz varlığıyla ilgili çok verimli sohbetlerimiz oldu. Su içmek, fotoğraf çekinmek ve doğaya dokunmak istediğimiz yerlerde mola veriyorduk. Bu vadinin zirvesindeki dağların 3 bin metreye kadar yükseldiği, yaylanın da 2 bin metrede olduğu söyleniyordu. Sevda ve Evin, büyük hayranlık içindeydiler. Tek kaygımız, yukarı çıktıkça değişik yamaçlardan inen sisin de ormanı, yaylayı basması nedeniyle üşüyebileceğimizdi. Yeterli önlem almadan yola çıkmıştık çünkü…
Bindiğimiz araç hoplaya zıplaya ilerleyerek Aslandere köyünden geçti. Çatak denilen yerde yol ikiye ayrıldı. Güneye doğru giden yol Beydere köyüne doğru ilerlerken biz, güneydoğuya dönerek Çamlık Yaylası’na çıktık. Ön tarafımızda oturan Sinan Bey, bu yörenin çocuğu olarak ormanlık alanda ve yaylada gözü olan sermayenin pusuda beklediğini söyledi. Bu güzelim doğaya şu ana kadar Fındıklı halkının sahip çıktığını ama bazı yaylalarda Arhavililerle sorunlar yaşandığı için şirketlerin bunu fırsata çevirmek için tetikte beklediklerine dikkat çekti. Oysa anaların anası olan doğa anaya kıyanların, sadece insanların değil orada yaşayan kuşların, çok verimli-yararlı bal üreten arıların, diğer hayvanların, ağaçların, çiçeklerin de canına kıyma vicdansızlığını nasıl gösterdiklerini tartıştık. Sermayenin artı-değerden, kâr ve ranttan beslendiğini, dolayısıyla paranın saltanatından başka hiçbir şeyin onlar için bir değerinin olmadığını, bu nedenle savaşa da başvurduğunu vurguladık.
Vartivor şenliğine giderken, tam 37 yıl önce Ankara’dan Çarşıbaşı’na gelip buradan Yavuzköy Ortaokulu’nda Türkçe Öğretmenliğine başlamak üzere 17 km tırmandığımız doğa gözümde canlansa da Çağlayan Vadisi’nin yağmalanmamış güzelliği bambaşkaydı. Her fırsatta doğa harikasının birbirinden güzel kesitlerinden fotoğraf ve videolar çekerken, İskefiye Vadisi’nden de aynı merakla çektiğim kareler gözümün önünden geçiyordu. Birkaç yıl önce Yavuzköy’ü, o dönemdeki öğrencilerimizden Aydın Gelleci’nin daveti üzerine, birlikte çalıştığımız birkaç öğretmen arkadaşımızla ziyaret gittiğimizde yaylaya kadar yolların asfaltlandığını, dolayısıyla yapılaşmanın arttığını, köyün eski doğallığını kaybettiğini gözlemlemiştim. Evet, yol uygarlaşmanın bir sembolüydü ama aynı zamanda o yolla doğayı yağmalamak isteyenlerin de önü açılıyordu. Bu nedenle olsa gerek Çağlayan Vadisi’nden yükselen ham yola beton döküldüğünü görünce, “Böyle giderse, buradaki görkemli doğa da yağmalanır.” demekten kendimizi alamadık.
Çamlık Yaylası’nda festival çerçevesinde akşam etkinlik yapılacaktı. Eşim ve kızımla öğleyin yayladaki köylüleri ziyaret ettik. Çağlayan Vadisi’ni besleyen suların doğduğu Marsis Dağı’ndan adını alan Marsis Turizm minibüsüyle bizi buraya getiren kaptanımız Halil Bey’in ablasının bulunduğu yaylada Bülent-Şükrüye çiftinin konuğu olduğumuzda bize yayla çayı ikram ettiler. Buranın temiz havası, soğuk suları, bitki çayları, bin bir çiçek açan otlarla beslenen keçilerin eti, sütü, yoğurdu ve peyniri yayla insanına hayat verirken, aynı zamanda bunları konuklarıyla paylaşmanın insani güzelliğine de tanık olduk. Bir yandan da birkaç saat içinde güneş-sis-çise-güneş sarmalının heyecanını yaşadık.
Çamlık Yaylası’nın sol üst tarafındaki Sırt Yaylası Arhavililere aitmiş. Bitişiğindeki Yurt Yaylası da iki ilçe arasında mahkeme konusu olmuş. Ülkenin her bölgesinde böyle davaların olduğunu, hatta kimi yerlerde silahlı çatışmalara yol açtığını biliyoruz. Bugün esas tehlike, yayla ve meraların da yapılaşmaya açılmak üzere yasal değişikliğin yapılmış olmasıdır. Deprem bölgesinde zeytini koruyan yasanın bile yok sayılarak ağaçların sökülmesine Hatay Dikmece’de tanık olduğumuz, bu bahçelerin dibinde taş ocakları, hazır beton santralları yapmaktan çekinmediklerini bildiğimiz için bu doğa katliamını ancak örgütlü bir halk engelleyebilir.
Çamlık Yaylası’nın eski konaklama alanını heyelan basmış. Yaylacılar da bir tepenin sırtına yerleşmişler. Buraya bizi götüren Yasin ve Efe’yle fotoğraf çekindik. Onların tanıştırdığı Hasan ve Meryem Yılmaz’ların konuğu olduğumuzda bize ayran, peynir ve hurma kurusu ikram ettiler. Onlar, yaylayı basan sisin ayazı ve yağmuru önlediğini söylediler. Onlara teşekkür edip birlikte fotoğraf çekindikten sonra festival alanına döndüğümüzde gece burada kalmak isteyenlerin çadırlarını kurduklarını, horon teptiklerini gördük, atma türküler okuduklarını duyduk. Özellikle “Ela kızım ela” şarkısını söylediklerinde yayla şenliği havası başladı. Benim için o anda en güzel sürpriz, çadırdan çıkan ve üniversite öğrencisi olduğunu öğrendiğim bir kadına “Aşela” diye seslenilmesi oldu. “Aşela’nın kim olduğunu biliyor musun?” diye sorduğumda, “Babam koymuş adımı. Çarşıda da Aşela Dondurma dükkanı var.” dedi. “Ben Trabzon’da çalıştığımda Zuhal Kuyaş’ın Aşela romanını okumuştum. Bu coğrafyanın 93 Harbi’nde yaşadığı büyük dramı, zorunlu göçü anlatan bu romanı tanıtan bir yazı da kaleme almıştım. Adın bu romandan mı geliyor?” dediğimde, “Babam da bu romandan esinlenerek adımı vermiş. İlk kez adımın bu romandan mı geldiğini soran siz oldunuz.” yanıtını verdi.
Montlarımızı giydiğimiz halde akşama doğru üşümeye başladık. Keçi etinden cağ kebabı yapan Atakan Bey’in ataklığı ve konuşkanlığı ayrı bir atmosfer yaratıyordu. Evin’imizle onun yaktığı ateşin etrafında ısınırken, Belediye Başkanı Ercüment Şahin Cervatoğlu’nun geldiğini söylediler. Trabzon’da öğretmenlik yaptığım yıllarda KTÜ Makine Mühendisliği’nde öğrenciydi kendisi. Ortak çalışma, dayanışma bilincimiz güçlü olduğundan kısa sürede kaynaşmıştık. Bağımız Ankara’da da sürmüştü. Kendisiyle kucaklaştık, esenleştik. Üretken ve Viçe halkının “meci” kültürüyle önemli çalışmalara halkla birlikte imza atan Ercüment Başkan’ın ardından gelen de 1990’da Trabzon Halkevi’nde tanışıp kentin kültür-sanat-edebiyatı ve toplumsal sorunları üzerine birlikte kafa yorduğumuz sevgili Mehmet Akcelep arkadaşımızdı. Onunla 30 yıl sonra görüşmenin heyecanıyla kucaklaştık, esenleştik. Neler yaptığımızı, köprünün altından hızla akan su gibi anlatmaya, duygu ve düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştık. Böyle zamanlarda insan, “İyi ki böyle güzel insanlar biriktirmişim.” demekten kendini alamıyor.
Bir Laz atasözü var: “Orak miti çumers.” Türkçesi, “Zaman kimseyi dinlemez.” Yaylada zaman ilerledikçe hava soğuyordu. Sis insanın içine işliyordu. Güneş gitmiş, sanki birden kış çökmüştü. Zaman ve doğal dönüşüm bizi dinlemeyeceği için, festivalin planlanmasından sorumlu Gökmen Turna arkadaşımıza Fındıklı’ya dönmek istediğimizi söyledim. Sağ olsunlar, şehre dönmekte olan ve belediyede çalışan arkadaşın aracına bizi yerleştirdiler. Sevda’yla Evin yaylada kalamadığımız, o atmosferi yaşayamadığımız için durmadan sitem ettiler. Zamanın onların sitemini de dinlemediği bir atmosferde iki saat sonra Çağlayan köyüne geldiğimizde rahat nefes aldık. Köydeki çağlayanı, kahve ve lokantaları geçtikten sonra Laz konaklarının, seranderlerin (Lazcada “nayla” deniyor.) bulunduğu bahçeler arasından Şatıroğlu Konağı’na geldik. Fındıklı’nın tarihi konağının mimari ve kültürel atmosferine tamam vakıf olamadan, sabahleyin bıraktığımız valizlerimizi, Osman Şatıroğlu’nun yardımıyla araca taşıyıp gece kalacağımız bungalova çay bahçelerinin arasından tırmanarak gidiyoruz. Buradan gece ve gündüz Karadeniz’in engin ve zengin maviliğini, kıyıya köpürerek vuran dalgalarını, yeşilin her tonuna ton katan çay bahçelerini, kestane-ıhlamur-gürgen-komar-karayemiş ağaçlarını seyretmenin güzelliğinin de bir başka olduğunu iki gün yaşadık.
18 Ağustos sabahı kahvaltımızı Viya Kafe’de yaptık. Deniz kıyısındaki Atatürk Parkı’ndaki bu dinlendirici kafenin adı Lazcada “vücudunu sörf tahtası gibi kullanarak dalga üzerinde kaymak” anlamına geliyormuş. Gemicilikte başka anlamı da olan Viya Kafe’de çalışan emekçilerin temiz ve titiz hallerinden söz etmek isterim. Kitaplarımdan armağan ettiğim bu arkadaşlarla kısa kısa sohbetlerimiz de oldu. Aynı duyarlığı akşam yemeklerimizi yediğimiz Aydın Boysan Sosyal Tesisi’ndeki arkadaşlarda da gördük. Onları da kitaplarımızla selamladık. Doğrusu, toplumsal çalışmaların vitrinindekilerden çok mutfağındaki insanları önemserim ve onların daha çok taltif edilmesinin anlamlı olduğunu düşünürüm. Dolayısıyla orada bulunduğumuz üç gün boyunca bizim gibi onlarca konukla ilgilenen, programları organize eden Fındıklı Belediyesi’nde çalışan Cihan, Recep, Bora, Gökmen, Özlem ve adlarını bilmediğim arkadaşlarımız bize yardımcı oldular. Onlara buradan teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Emeklerine ve yüreklerine sağlık…
Etkinliklerin önemli bir kısmı, Hayati Aykut Parkı’nda gerçekleştirildi. Parka bu adın verilmesinde de Fındıklı halkının kendisiyle kamu hizmeti yapanlara vefalı olduğunu görüyoruz. Fındıklı Belediye Başkanı iken trafik kazasında yaşamını yitiren Hayati Bey’in adını bu parkta yaşatmışlar. Viya Kafe tarafından bu parka geçerken kullandığımız alt geçitte Türkiye ve başka ülkelerin yetiştirdiği onlarca ressamın ünlü resimlerinin sergilendiğini görmek de bizi şaşırttı. Burada aynı zamanda müzik yayını yapılması, örnek alınması gereken bir uygulama… Cumhuriyet Caddesi’nde “El Sanatları ve Yöresel Ürün Stantları” vardı. Biz de buradan şimşir ve kestane ağacından yapılmış aletler aldık. Gıda ürünlerinin tadına baktık. Özellikle yöreye özgü tarım aletlerinin, arı kovanlarının sergilendiği bölüm dışardan gelenlerin ilgisini çekiyordu. Hasan Kartal Gösteri Merkezi’nde düzenlenen satranç turnuvasına her yaştan ilgi yüksekti. Papatya Sokak’ta tavla turnuvasının düzenlenmesi de esnaf dayanışmasını güçlendiriyordu. Turan Bulak Kültür Sanat Merkezi’nde açılan resim sergisini video kayda aldım. Rize’den yetişmiş ressamların çalışmaları ağırlıktaydı. Genç yaşta kaybedilen Fındıklılı ressam Yaşar Bayraktar anısına düzenlenen karma serginin bulunduğu mekanda aynı zamanda yöredeki tarım ve mutfak aletlerinin, kimi taş örneklerinin sergilendiği küçük bir müzenin de bulunduğunun altını çizmeliyim. Buradaki eski yapının üst katını sinema ve tiyatro salonu olarak düzenlemeleri, ön cepheye Yeşilçam’ın emektarlarının fotoğraflarını koymaları, öndeki açık alana da dibek, nalya ve dönme dolap örneği yerleştirmeleri, yerel-ulusal kültür sentezi bakımından dikkat çekiciydi. Biz katılamadık ama Hara, Çınarlı, Sümer, Arılı, Çağlayan köylerinde “EğitiMeci Çocuk Etkinlikleri” düzenlenmiş. Buralarda başka şenlikler de düzenlenmiş. Festivalin 4. gününde “Eğitim-Emek-Edebiyat” konulu söyleşide birlikte konuşmacı olduğumuz eğitimci-yazar Erdal Kara’nın anlatımına göre “EğitiMeci” çalışmasında çocukların okuma-anlama-anlatma-yazma bakımından kendilerini çok iyi geliştirdikleri gözlemlenmiş. Bu tür çalışmaların festivallerle sınırlı kalmadan belediye yanında okul yönetimleri tarafından çocuk edebiyatı yazarlarıyla buluşmalar yapılarak süreklilik kazandırılması gerektiğini panel sırasında dile getirdik. Aynı oturumdaki üçüncü konuşmacı Hakan Özbek’in gazetecilikten yetişme bir yazar olarak büyük kentten Fındıklı’ya dönerek doğduğu topraklara göz nurunu vermesine çok sevindim. Yeni tanışmış üç arkadaş olarak, gerek stantta gerekse söyleşi sırasında çok verimli bir atmosfer yaşadığımızın da altını çizmek isterim. Aynı akşam Fındıklılı gençlerin bizleri de aralarına alarak çektikleri “Alihan horunu” sırasında yaşadığımız coşku ve genç yaşta kaybedilen usta horoncu Alihan adına, tüm kaybedilen gençler için çekilmesi çok anlamlıydı. Bu da değerli bir vefa örneğiydi.
O gün gerek bizim söyleşimize gerekse bizden sonra Zülküf Güneş, Faruk Konukçu, Yasin Sancak’ın konuşmacı oldukları “Başka Bir Eğitim Mümkün” konulu söyleşiye katılım ve katkı oldukça iyiydi. İnteraktif söyleşiler yapıldı, ardından kitaplar imzalandı. Bu parkta dikkatimizi çeken güzel örneklerden biri de bir seranderin Çocuk Oyuncak Kütüphanesine dönüştürülmesiydi. Etkinlikler sırasında çocukların buradaki canlılıklarını sürdürmeleri ayrı bir atmosfer yaratıyordu. Aynı yerde 5. gün yapılan Serhan Pirpir, İbrahim Karaca, Ahmet Aydın, Kenan Karabağ’ın konuşmacı oldukları etkinlik de çok verimli geçti. Bu arkadaşlarla sabahleyin buluştuğumuz Viya Kafe’de paylaştığımız anılar, bilgiler de oldukça zenginleştirdi bizi. Kenan Karabağ’la birçok ortak tanıdığımız çıktı. Özellikle oraya Kars’tan gelme inceliğini gösteren tarihçi Candan Badem bunlardan biriydi. Orada kucaklaşmanın sevincini yaşadık. 1921 başında Türkiye’nin emperyalist işgalden kurtarılması ve ülkede sömürüye son verilmesi için Bakü’den yola çıkan Türkiye Komünist Partili 15’lerin Karadeniz’de boğulması sırasında sağ kalan, çok ağır işkence ve zulme uğrayan Maria Suphi’nin izini sürerek bilinmeyen birçok belge ve bilgiyle “Maria Suphi/Bir Direniş Öyküsü” kitabını yayınlayan Kenan Karabağ’a yardım ettiğini öğrendim. Yoğun emek ve enerji isteyen bunun gibi çalışmalara imza atanların takdir edilmesi gerektiğinin de altını çizmeliyim. Aynı çabayı Giresunlu Ahmet Aydın’ın da Çepniler üzerine yaptığı araştırma-incelemelerde gösterdiğine tanık oldum. Anadolu’ya ilk gelen Türk boylarından olan Çepnilerin Kızılbaş kültürünün söz varlığını, Sünnileşenler de dahil, koruduklarının örneklerini anlatması anlamlıydı.
1987-1993 döneminde Trabzon’da çok güzel dostluklar kurduğumuz, kültürel dokumuza farklı renkler kattığımız gibi yüzlerce öğrencinin yetişmesine emek verdik, o dönemde birlikte çalıştığımız eğitim emekçisi arkadaşlarla. Bu emeğin güzel dönütleriyle karşılaşmanın sevincini her yerde yaşamak, bizi sevinç kaynağımız… Ankara’dan öğrencim Mihri Türeci’yle Fındıklı’da buluşmak ayrı bir sevinç kaynağım oldu. Güler yüzü, sıcak kanlılığı ve öğrenme merakını yitirmeyen Mihri burada evlenip çoluk çocuğa da karışmış. Onunla Anka Kitap Kafe’nin her tarafı askıda kitapları, estetik rölyefleri, süs eşyalarıyla bezenmiş kültür atmosferinde sohbet etmek, anılarımızı tazelemek çok güzeldi.
“Viçe’de Meci Var” diyenlerin bu emeklerinden yararlanarak, bilim-kültür-sanat-edebiyat alanlarındaki üretimlerin başka beldelerde de paylaşımının yaygınlaştırılmasını sağlamak için, yerel-genel yönetim mücadelesini de odağa alarak, çalışmalıyız. Fındıklı Belediye Başkanı Ercüment Şahin Cervatoğlu ve çalışma ekibine, Viçe halkına şükranlarımızı sunuyor, dayanışmanın toplumsal mücadelemizi daha da yükselteceğine güvencimizi vurguluyoruz.