Doğan Cüceloğlu, “İnsanın çocukluğu anavatanıdır” derdi. Yüz yıl da yaşasak peşimizi hiç bırakmayan, bizimle birlikte yol alan bir anavatan. Aslında beraber yürüdüğümüzü çoğunlukla fark etmeyiz. Hatta çoktan unuttuğumuzu sandığımız acılar, korkular, sevinçler, yaşadığımız herhangi bir olayla gün yüzüne çıkar ve o ana tekrar gideriz. Bu anılar bazen bir kokuyla, bir ses veya şahit olduğumuz bir olayla bilinçaltımızın ücra köşelerinden çıktığında biz bile şaşırıp kalırız.
Geçenlerde izlediğim bir röportajda, bir öğrencisi usta oyuncu Haldun Dormen için; geçmişle alakalı hiç konuşmaz, daima önüne bakar ve bizlere de o tavsiyede bulunur diyordu. Gıpta ettiğim, yapabilmeyi çok istediğim bir şey ama maalesef uygulamak kolay değil. Gelecekteki tercihlerimize geçmişte ket vurulduğunu hatırlamak canımızı yaktığı sürece, arkamıza bakarak yürümekten kurtulamıyoruz.
Hayattaki en büyük şans nedir diye sorsalar, hayatımızın istikametini değiştirebilen, idealist bir öğretmene denk gelmek derdim. Özellikle de ilkokulda. Ve en çok neye imrendiğimi sorsalar; yol gösteren, yönlendiren bir öğretmeni olanlara diye cevaplardım. Eğitim hayatının temeli ilkokulda ilk öğretmenlerimizle atılıyor. Bu temeli sağlam harçla doldurmak en çok öğretmenlerin görevidir. Görevinin sorumluluğunu fark etmeyen öğretmenler, kim bilir kaç çocuğun hayatına mal olmuştur ve hala da olmaktalar…
Yaşı iki otuzu geçenler o yıllarda öğretmene verilen değeri iyi bilirler. Maddi olarak hak ettiklerini alıyorlar mıydı onu tam olarak bilmiyorum ama bir öğretmenin gördüğü göreceği en büyük saygıyı ve güveni o dönemlerin öğretmenleri fazlasıyla görmüştür. Fazlasıyla diyorum çünkü çocuklarını teslim ederken, “Eti senin kemiği benim.” diyerek, çocuk öğretmene teslim ediliyordu. O derce yani… Böylece velilerin verdiği yetkiyle, terbiye yöntemi sayılan şiddetin önünde engel kalmıyordu…
Ben de o yıllarda öğrenciydim. Öğretmen bakımından çok da şanslı olmayan vasat bir öğrenci… (İstisna olan öğretmenlerimin ellerinden öpüyorum)Hiç kusura bakmasınlar veya baksınlar. Çünkü o kusur bana ait değildi…
Bütün bu olanları anlayıp ayırdına varmam yıllarımı aldı. O vakitler sıradan sayılan, önemsenmeyen şeylerin bir insanın istikbalini değiştireceğini anladığımda iş işten geçmişti…
İlkokulu kendi kendime, öğretmenlerimin öğretme çabası olmadan bitirdikten sonra,(Sık sık evimize misafir olmalarına rağmen)Kız Meslek Lisesi’nin ortaokul bölümüne başlamıştım. Köydeki okulda iki sınıf bir arada okuduktan sonra, her derse ayrı öğretmenin girmesi önemli olduğumuz hissini vermişti.
Öğretmenlerin çoğu alanında uzman iken, fen dersine eczacı, İngilizce dersine İngilizcesi iyi olan birileri bulunursa giriyor ama çoğu ders boş geçiyordu. Bu nedenle liseyi bitirdiğimizde bile orta sonun İngilizce kitabını bitirememiştik.
İlkokula başladığım günden bu güne, öğretmenlerime saygıda kusur etmemiştim.
Bu sorgusuz itaat duygusu ilerleyen günlerde kafamı karıştıracak, ama kimselere de bir şey söylemeyecektim.
Ev ekonomisi öğretmenimiz gerçek bir hanımefendi. Topuz yaptığı sarı saçlarıyla film artistlerine benzetiyorum. Sürekli görgü kuralları, sofra adabı, temizlik, tutumluluk gibi yaralı bilgiler verirken, bizden istediği bir şeyle kafamdaki tahtı sallanmaya başlıyor.
Okulun bahçesine çöp atanlara da onları görüp söylemeyenlere de aynı ceza verilecekmiş…
Burada bir terslik var diyorum kendi kendime tabi ki. Sesli söyleyecek cesaret ne gezer… Böyle düşündüğüm için kendime kızıyorum.
İçimde, benden bağımsız iki kişi var. Biri öğretmeni savunuyor ve; “Bir bildiği vardır” diye ısrar ediyor, (“Bir bildiği vardır.” Bu sözün yarım asır sonra, sorgulamayan bir halkın tek dayanağı olacağını nereden bilirdim) diğeri de cılız sesiyle onu alt etmek için çabalıyordu. Ben de hangisinden yana olacağımı bilmiyordum.
Suç işleyeni ihbar etmemizi istiyor öğretmenim…
Ahh idolüm olan kadın… Çocuk aklımla ben bile biliyorum bunun yanlış olduğunu…
Okulumuzun bahçesi zaten temiz. Çok az çöp oluyor. Atanları görürsem de başımı başka yana çevirir görmezden gelirim…
Sen ne dersen inanmaya hazırım öğretmenim. Ama bu dediğin doğru gelmiyor bana. Hatta biraz değil, düpedüz tehdit var bu söyleminde. Ne desen ne edersen et!
Ben gammaz değilim öğretmenim…
Sonra din dersi öğretmeni geldi yazılı imtihan yapıyor. O da; kopya çeken de çekeni görüp, söylemeyene de sıfır veririm demez mi?
Ne yani söz birliği mi yaptınız? Ne istiyorsunuz bizden anlamıyorum. Bir anda tahtaya fırlayıp; kopya çeken varsa bul ve ver cezasını…
Bizi tehdit etmeyin artık yetti! diye bağıramadım tabi ki ama yapabilmeyi çok isterdim.
Bana ispiyonculuğu öğretmeyin, nitekim öğretemediniz de zaten…