Meral Tabakoğlu TOKSOY


Gönderilmemiş Mektuplar

Meral Tabakoğlu TOKSOY


Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın başrollerini paylaştığı 2003 yapımı “Gönderilmemiş Mektuplar” isminde bir film vardır. İnsanın içini acıtan, sinsice çalınan hayatların filmi diyebiliriz.
Siyasi olaylardan dolayı vatanını terk etmek zorunda kalan ve yirmi yıl gemilerde çalışan bir adamın, hasta babasını son kez görmek için memleketine dönmesiyle, sırlar da açığa çıkmaya başlar. 
Yarım kalmış bir aşkın hesaplaşması ve yıllar önce o aşkına yazıp göndermediği mektuplar ortaya dökülür… 
Bu konu nereden mi çıktı? 
Geçen günlerde bir arkadaşımla sohbet ederken, birilerine mektuplar yazdığından, belki de bir gün kitap olabileceğinden söz edince, benim de mektuplar yazdığımı söyledim. “Birini okumama izi verir misin?” sorusuna cevap vermedim ama sanırım henüz hazır değilim.
Bu konuşmadan sonra da bu film aklıma geldi ve oturup tekrar izledim. 
Alıcısına ne vakit ulaşacağını tahmin etmediğimiz mektuplar…
Sadece benim değil başkalarının da mektuplar yazdığını öğrenmek, kendimi normal hissetmeme neden oldu. Neden mi? Bazen yazarken birileri bu yazdıklarımı görse belki acır, belki de kadın kafayı sıyırmış der diye düşünürüm de ondan.
2020’den bu yana seyrek de olsa henüz sahiplerine göndermediğim, ne vakit göndereceğimi de bilmediğim mektuplar yazıyorum. Nereden esti şimdi hatırlamıyorum. El yazımla yazmaya başladığım kalınca bir defter seçtiğime göre yazacak çok şey olduğunu düşünmüş olmalıyım. Son mektubu bilgisayarda yazmaya başladım ve artık burada dosyalayacağım. Çok sık olmadan ağır aksak yazmak pek de hoşuma gitmiyor aslında.  Yazdığım kişiler ileride mektupları okurken, tarih aralığını görünce eleştireceklermiş gibi bir hisse bile kapılıyorum. “Bu kadar sevdiğini söylüyorsun ama ayda bir bile yazmamışsın.” Sitemleri kulağımda çınlıyor sanki.
Sahibine gönderip göndermeyeceğini bilmeden, neden yazıyoruz diye kendime sorduğumda, aslında uzun zaman sonra da olsa onlara ulaşacağını düşünüyoruz ve ulaşmasını istiyoruz. Belki yüz yüze konuşma fırsatı bulamadığımız, açıklayamadığımız şeyleri geç de olsa bilmelerini istediğimizden. Belki dileyemediğimiz özürleri dilemek amacıyla yazıyoruz. Bir anne eğer evladına mektuplar yazıyorsa, umutsuzca da olsa, o kendini affetmese de onların affettiğini duymak ister. Bunu da yine çocuğunun yükünü boşaltıp, ferahladığını, mutlu olduğunu bilmek için ister.
Belirli bir yaşa gelince zamanın daraldığı bilinciyle içimizde saklamak istemiyoruz sevgimizi ve belki de kırgınlığımızı. Ama daha çok günah çıkarıp kendimizi rahatlatmak istiyor da olabiliriz.
Sadece yaşayanlara mı yazıyoruz peki? Belki çoktan aramızdan ayrılmış olanlara ve belki de henüz aramıza katılmamış olanlara… 
Aramıza katılmamış olanlar… 
Bu durum tuhaf gelebilir ama neden olmasın. 
Yüzünü görmediğin, cinsiyetini bilmediğin, gelecek kuşağa iletmek istediğin belge niteliği taşıyan bilgileri, olur ya belki de bazı sırlarımızı aktarmak çok özel değil mi?
Yıllar önce günlük tutmaya başlamıştım ve kalın bir defter dolmuştu. Ne zaman canım yansa, içim daralsa o deftere yazmıştım. Ara sıra yazdıklarıma göz attığımda bunları tekrar okumanın, hatırlamanın hiçbir faydası olmadığını bilakis, yaralarımı kanattığını fark ettim. Ve en önemlisi o defteri çocuklarımın okumasını hiç istemedim ve yine canım sıkkın olduğu bir gün sobaya atıverdim…
Evet, yandı bitti kül oldu. Hayattaki, hayatımızdaki en önemli varlıklar çocuklarımız. Onlar üzülmesin, incinmesin ve hep mutlu olsunlar. Dileğimiz budur ama yaşımız ilerledikçe, belki daha çok anneler böyle hisseder gibi geliyor. (Babaları incitmek istemiyorum kırdıysam şimdiden affedin lütfen.)
Çocuklarımızı büyütürken yaptığımız hatalar, yanlışlar, artık telafi edilmeyecek eksiklerimiz... Belki onlara yeterince zaman ayırmadığımız için suçlarız kendimizi. Belki şartları biraz daha zorlamadığımıza hayıflanırız, belki sevgimizi yeterince göstermediğimizi, belki haksızlık ettiğimizi, belki kötü davranıp ihmal ettiğimizi… Kadınlar zaman geçtikçe, bilinçlendikçe kendini sorgular, suçlar, yazar, çizer. 
Çocukluğun anavatan olduğunu en yetkin ağızdan duyunca (Doğan Cüceloğlu’nu rahmetle anıyorum.) içi biraz daha cız eder ve keşke bir şansım daha olsaydı demeden edemez…
Çocuklarının başarısıyla övündüğü gibi başarısızlıklarından veya mutsuzluklarından kendine pay çıkarır ve sorumlu hisseder. Öyledir de zaten. Ama o zamanın şartlarına göre elinden gelenin en iyisini yaptığına inanıyorsa yüreğini sadece o ferahlatır…