Meral Tabakoğlu TOKSOY


Hangimiz Daha Şanslıyız?

Meral Tabakoğlu TOKSOY


Şunun şurasında 15 yıl öncesine kadar, bizim kuşağın ne kadar şanslı olduğunu düşünür, bu durumdan bir bakıma övünç duyardım o dönemlerde yaşamış olmaktan. 
Sizler bu konuda ne düşünüyorsunuz bilemem ama, 1950’li ve 60’lı yıllarda doğanların 30 – 40 yıl içerisinde yaşadıkları teknolojik değişim, bizler için adeta mucize niteliğindeydi. 

Bu değişimlere tanıklık etmek, ilerleyen zaman içinde bana çok anlamlı gelmeye başladı. o zor günlere şahitlik etmek umut ve övünç kaynağıydı benim için. 

Düşünün ki, elektriği, suyu olmayan bir evde doğup, bu günlere ulaşmak… O günleri yaşayan herkesin birbirinden ilginç anıları vardır. Bu gibi dönemler, anlatılarak veya dinleyerek idrak edilemez.

Bizler ilçeye yakın bir köyde oturduğumuz için elektrikten, evlerin içinde kullanılan sulardan ve telefondan haberdardık. Ve bir gün bizim de bu imkânlara kavuşacağımız umudunu taşıyorduk. Ama kent merkezinden uzak, ücra köylerde yaşayıp da bunlardan haberi olmayanlar bile vardı. 

Köyümüzün dar ve toprak yollarının kıyısındaki arklardan akan sular, içme, kullanma ve bahçelerimizi sulamada kullanılırdı. Köyün belli yerlerinde açılmış olan kuyular içme suyu ihtiyacı için olsa da ark suyu da içilirdi.

“Akarsu pis tutmaz” derler ya o vakitler de öyleydi. 

Ben, kuyulardan su çekildiğine ve kullanıldığına tanıklık etmedim. Aklım erdiği yıllarda, kuyular görevini tamamlamış ve atıl halde, öylece duruyorlardı. 

Köye su geldiğini zar zor hatırlarım. İlkin, mahalle aralarına yapılan çeşmelere bile ahali sevinmiş, kovalarla bu çeşmelerden evlere su taşımaya başlanmıştı. 

Daha sonra evlerin içine ve bahçelere çekilen suyun sevincini şimdiki kuşakların anlaması mümkün mü? 

Amacım yargılamak değil; bazı şeylerin yaşanmadan anlaşılmaması çok normal zaten.

Sonra elektriğe kavuştuk, onu çok net hatırlarım. Bütün gün sokaklardaki çalışmaları izleyip merakla bekleyişimiz gözümün önündedir. 

Bu mutluluk da anlatılacak gibi değil, yaşamayanlara…

Günümüzde birkaç saat elektrik kesintisinde hayatın durduğu düşünüldüğünde, artık elektriksiz yaşamanın mümkün olmadığını biliyoruz.

Biz ve önceki kuşakların şahit olduğu değişimler ve yaşadığı zorluklar bizleri zenginleştirmişti.

Şimdilerde tek tük kalan at arabaları o zamanların en önemli yük taşıma araçlarıydı. O taşlı tozlu yollarda, arabacıdan kırbaç yemeyi göze alarak arabanın arkasına sarkmaktan hiç çekinmeden kendimizce eğlenirdik. Suyumuz, elektriğimiz geldikten sonra yolun kıyısında kendine yatak açıp öylece akan arklara küçük kanallar yapılması bile mutluluk kaynağımızdı.

Sonra evlerimize buzdolabı, televizyon (siyah beyaz), fırın, vantilatör, ütü, sırasıyla hayatımıza girerken hem hayat kolaylaşıyor, hem de renkleniyordu. 

Bunların 1970’li yıllarda yaşandığına dikkat çekmek isterim. Yani şimdilerde 20 yıl önce bu saydığım beyaz eşyaların olmadığını söyleyenlere önemle duyurulur. 
Hatta babam, dayımla birlikte yine o yıllarda beyaz eşya dükkanı bile açmıştı. Demek bu ürünler varmış ki dükkanı açmışlar yoksa önce dükkanı açıp, bunların icat edilmesini ve aradan elli yıl geçmesini beklemek için hazırlık olsun diye açılmamıştı. Fabrikası Adana’da olan, “Özaltın” marka beyaz eşyaların ve “Aga” marka televizyonlar olmak üzere hepsini doldurmuşlardı dükkana. Yani neredeyse 55 yıl önce. 

Dünya’yı çok geriden takip ediyorduk ama o vakitler çoğumuz bunun farkında değildik. Sonra evlerimize çekilen telefonlarla çağ atladığımızı sanırken yakın bir gelecekte onun cebimize gireceğini ve dünyayı ayaklarımızın altına sereceğine inanabilir miydik?

Cep telefonları, bilgisayarlar, laptoplar derken, yapay zeka ve sürücüsüz elektrikli araçlar bu gelişmelerin sadece bir kısmı…

Bütün bu yeniliklere şahit olmanın ayrıcalık olduğu kanısındayken, her şeyin bir bedeli vardır dercesine “pandemi” illetiyle boğuştuk. Birbirimizden ürktük, hatta kaçtık… Evlere hapsolduk, sarılmayı tokalaşmayı uttuk… 

Tam onun etkisinden kurtulduk derken daha da beteri olan 6 Şubat 2023 kabusunu yaşadık. Dostlarımızı, yakınlarımızı kaybettik ve çok derin acılar yaşadık. Ölene kadar içimizi acıtacak hatıralar kazındı beynimize.

Bu arada, kendine yeten bir ülke olmaktan çıkıp, dışa bağımlı bir ülke haline de çoktan gelmiştik.

2018 yılında ise parlamenter sistemden “Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemine” geçilmesine engel olamadık…

Suriyeli, Afganlı… hırlı mı hırsız mı belli olmayan kim varsa hepsine kucak açan ülkem, kendi halkına üvey evlat muamelesi yapınca, gencecik pırıl pırıl doktorlarımız, bilim insanlarımız, alanında uzman gençlerimiz kurtuluşu yurt dışında arayıp çekip gittiler ve gidiyorlar…

Ve ülkede şimdiye kadar hiç yaşanmayan, haklı ile haksızın yer değiştirdiği, adalete güvenin sarsıldığı, yoksulluğun en yüksek seviyeye ulaştığı, gençlerin evlenmek istemediği, evlenenlerin ise çocuk yapmaktan korktuğu zamanlara geldik.

Doğurganlığın ülke tarihindeki en düşük olduğu bir dönemin içinde, kendimizden vazgeçip, çocuklarımızı nasıl bir geleceğin beklediği endişesine düştük. 

Rakip görülen, doğruyu konuşan, muhalif olan, siyasetçi, gazeteci, öğrenci ve sivil halk, kim olursa kendini parmaklıklar ardında bulmaya başladı. 

En son; 30 -40 yıl önceki defterleri açıp “Bu diploma geçersiz!” çıkışıyla belki de hayatlarının en büyük hatalarından birini yaptılar. Pasif gördüğümüz, sorgulamadıkları için kızdığımız kim var kim yok hepsi sokaklara dökülüverdi ve bu kadar da uzun boylu değil cevabı yankılandı…

Şimdi kendi kendime şunu soruyorum; tüm bu olanlara tanık olmayan, anne ve babalarımız hatta savaş görmüş ninelerimiz, dedelerimiz bile bizden daha şanslı değil miydi?