Ağustos ayının yeni bir sabahında yine yayladayım. Evimizin etrafında ormanda geziniyorum. Mis gibi serin bir hava. Dörtyol’un üzeri hafif puslu. Bu vakitler işe gidenlerin telaşıyla trafik artıyor. Araçlar, motorlar peş peşe konvoy oluşturuyor.
Cırcır böcekleri koro halinde güne merhaba derken, yolculara hayırlı işler dilercesine uğurluyor. Şehre hakim bir tepede oturmuş, gidenleri gelenleri hayatı izliyorum. Bir anda yağmur sesini andıran bir sesle başımı kaldırıyorum. Binlerce leylek döne döne çok alçaktan uçuyor. Çocukluğumda onları gördüğümdeki heyecanı duyamıyorum. Melankolik ruh halim bunun nedeni sanırım. Yine de o günleri hatırlamama engel olamıyor. Ah nerede o kötülüklerden, öfkeden, kırgınlıktan haberimizin olmadığı iyilik dolu melek halimiz. Şu sıralar dost seslere, dost sohbetlerine ihtiyacım var sanırım. Önyargısız, samimi sohbetlere.
Neyse, leylekleri gördüğümüzde coşkuyla çığlık çığlığa söylediğimiz bir mani vardı hani;
Hacı leylek havada Yumurtası tavada Aş pişirdim yemedi gömlek diktim giymedi…
Arkasından da leylekler üstümüzde uçarken, kız çocukları hep bir ağızdan, saçlarımızı çekiştirerek, yine bağıra çağıra; “uza saçım uza” diye tekrar tekrar söylerdik. Bunu yapınca saçlarımızın çabuk uzayacağını düşünürdük.
Artık böyle şeylere inanmıyor olmamız büyüdüğümüzü mü yoksa çocuk ruhumuzu yitirdiğimizi mi gösteriyor bilmiyorum.
Gerçekçi olmak doğrusu olsa da hayalci, saf yanımızı yaşatmanın ne zararı olabilir ki…
Hayallerimiz değil midir bizleri hayata bağlayan.
Cırcır böcekleri türkülerine devam ediyor. Huzur veren bir senfoni. Az önce bir oduncu odun yüklü iki atla yanımdan geçiyor. Atların hızla gelişinden huzursuz olduğumu görünce; “korkma abla” diyerek aceleyle yanımdan geçiyor. Atların meşe odunuyla yüklü olması melankolimi körüklüyor. Oduncu ekmek parasının bana verdiği azaptan habersiz, yokuş aşağı giden atlara yetişme telaşında. Üzerinde rengi belli olmayan tişörtü şalvarına kadar tere batmış… Geçim derdinde kilometrelerce yol kateden insanlara mı düzene mi iç geçiriyordum…
Vadinin karşısındaki taş ocağına bakıyorum. Nedendir bilinmez bugün sessizliğe gömülmüş. Depremden bu yana gece gündüz ara vermeden çalışıyorlar ve çalışmalarının karşılığını da koca bir ormanı yok ederek aldılar ve almaya devam ediyorlar. Öyle dinamitler patlatılıyor ki evimizde oturduğumuz yerde sarsılıyoruz. Ara ara taş ocağı çevresinde Allah tarafından yangınlar çıkıyor Allah’ın işine karşı mı geleceğiz…
En son yangın üç dört yıl önce oldu sanırım. Doğanın öyle muhteşem sistemi var ki kendini kolaylıkla yeniliyor. Bu kadar kısa bir zamanda bile yemyeşil olduğunu buradan rahatça görüyorum. Bu bizim için iyi ama taş ocağı ne düşünüyor bilemem. Yeni yangına ne kadar kaldı tabi ki onu da Allah bilir…
Yangınlardan söz açılınca, TEMA Vakfı’nın kurucusu Toprak Dede diye andığımız 2020 yılında aramızdan ayrılan Hayrettin Karaca’nın yanan yerleri kendi haline bırakın söylemini hatırlıyorum. Tek tip ağaç ekerek ekosistemin bozulduğuna dikkat çekmeye çalışıyordu. Toprağı bol olsun. Kim dinledi, kulak asan oldu mu onu da bilmiyorum.
Cırcır böceklerinin sesi iyice kısıldı…
Etraf çöplükten geçilmiyor…
Akşam gelen piknikçiler tüm artıklarını bırakıp gitmişler…
Hangi birini toplasam bilmiyorum…
Serin rüzgar, leylekler, mis gibi hava, cırcır böcekleri…
Taş ocağı # Yangın # Oduncular # Meşeler # Çöp dağları…