Bizler yapamam edemem dediğimiz neleri yapıyoruz. Nelerle başa çıkıyor, nelerin üstesinden geliyoruz. Ve her insan mutlaka hayatında bir kez küllerinden doğuyor. Hayatın bize neler getireceğinden habersiz, bazen büyük konuşur, “Asla yapamam!” dediğimiz zamanlar olur. Aslında kendi kapasitemizin, gücümüzün farkında olmadığımızdan böyle konuşuruz.
Altı Şubat deprem felaketi on yedinci ayına girdi. Giden canlar melek olup uçarken, arkalarında binlercesi yaşama tutunmaya çalışıyor. Yüzlerce insan, ölüsünü veya dirisini bulamadığı, mezarı bile olmayan yakınlarının acısıyla yanıp kavruluyor. Bu belirsizlik içinde yaşamanın zorluğunu ancak onlar bilir. Allah hepsinin yardımcısı olsun.
Bazen evrenin simülasyon olduğu teorisinin doğru olmasını arzuluyorum. Bunca insanın gerçekten bu acıları çekmediğini düşünmek istiyorum çünkü. Savaşların, depremlerin, yoksullukların, işkencelerin, adaletsizliklerin ve daha nelerin yaşanmadığını düşünmek istiyorum. Öyle veya böyle bu düzenin içinde mücadele etmeden ayakta kalınmayacağını öğrendik. Bizler gerçekten de aklımıza gelmeyecek kadar güçlüyüz. Sadece zaman zaman güçlü olmaktan da yoruluyoruz.
Annemi aniden bir trafik kazasında kaybettiğimde, ilk bir yıl göz yaşlarım hep kirpiklerimin ucundaydı. Aklımdan hiç çıkaramıyor, inanamıyordum belki de. Rüyalarımda sürekli aslında ölmemiş, sadece yaralanmış olduğunu görüyordum. Dört yıl psikiyatride tedavi oldum. İki küçük çocuğumun olması hayata tekrar bağlanmamın en büyük sebebiydi. Bir yıl sonra henüz yasımızı bile yaşayamamış iken babam evlendi…
Bir süre sonra yeni bir kardeş…
Annemin gidişini kabul etmeye çalışırken, bir şekilde babam da gitmişti. Hangisi daha çok acıtıyordu dersiniz? Evet, acılar kabuk mu bağlıyor, çaresizlikten mi alışıyoruz bilmem ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı artık. Ne ailem ne de ben… Hiçbir zaman o evde tüm aile bir araya gelemeyecektik! Hepimizi bir arada görmek isteyen, toparlayan, hazırlıklar yapan, hastaysan yemeğini tepsiyle yatağına getiren, iştahın yoksa canın ne istiyor diye soran kişi yoktu artık! Elimizde sadece anılar, başımı ne yana çevirsem el izleri olan eşyalar, fotoğraflar, ördüğü danteller… Ve en anlamlılarından biri de okula gitmeden öğrendiği, yarım yamalak okuma yazmasıyla yazılmış çok özel bir yeni yıl kartı…
Gidenlerin arkasından en önemli olan şey vicdan azabı duymamaktır. Keşkelerin olmamasına tutunuyor onlarla teselli bulabiliyoruz. İyi ki hep aramışım, iyi ki her fırsatta sevgimi göstermişim diyebilmenin önemini kavrıyorsunuz.
Yaşadığımız kayıplardan sonra ilk zamanlar herhangi bir şeye güldüğümüze utanıp, kendimizi sorgularız. Zaman her şeyin ilacı mı yoksa içimizdeki gücün ortaya çıkmasına mı neden oluyor bilmiyorum. Bir arkadaşım gencecik çocuğunu kaybetmişti. İlerleyen günlerde ziyaretine gittiğimde metanetli görünüyordu. Bir süre sonra gözlerinden yağmur gibi yaşlar boşalarak söyledikleri dayanılır gibi değildi. “Meral, öyle bir an geliyor ki çığlık atarak yollarda koşmak istiyorum!” Sadece ellerini avuçlarıma alıp sıkabildim…
Geçen hafta liseden arkadaşımla oturmuş sohbet ediyoruz. Depremde kızını, damadını ve iki torununu kaybetmiş bir kadın… Altı Şubat’ın küçük torununun doğum günü olduğunu ve Antakya’dan sabah kahvaltısına Dörtyol’a gelmek üzere sözleştiklerini, kendini işine vererek ayakta kaldığını anlatıyor… Anlatıyor…
Elimden gelen tek şey onu dinlemekti. Evde eşiyle ve diğer çocuklarıyla bu konuyu konuşmamaya özen gösteriyormuş.
Yitip gittiğini gördüğümüz bir yakınımız veya tanıdıkla yaşamın bir anlık olduğunu zihnimize yerleştirebilsek… Ivır zıvır mevzularla, didişmelerle, kırgınlıklarla bize lütfedilen zamanı heba etmesek…
Önyargılarımızdan sıyrılsak mesela. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlayabilsek…
Belki de en önemlisi, başkalarının ne düşüneceği endişesinden kendimizi sıyırıp hafiflesek…
Hep beraber yaşadığımız bu felaketten sağ çıkabildiysek, sevginin iyileştirici gücünü es geçmeden birbirimizin hayatına dokunmayı ihmal etmesek. Özellikle yakınlarını kaybedenlere hâl hatır sormayı, birazcık olsun alakadar olmayı ihmal etmesek…