Sözüm yok İskenderun’un anavatana kavuşma mücadelesi verenlere sadakat göstermeyenlere, minnet duymayanlara.
Sözüm yok, İskenderun’u rant kapısı görenlere.
Sözüm yok siyasi emellerine alet edenlere.
Sözüm yok, toprağı hor görüp, betona sevda duyanlara.
Sözüm yok, tüm olumsuzlukları depreme yükleyenlere...
Sözüm; İskenderun’da doğanlara, büyüyenlere...
İskenderun’da yaşayıp da vefa gösterenlere.
Kendi kimliğiyle, şehir kimliğini bütünleştirenlere.
Tarihine, doğasına, kültürüne sahip çıkanlara.
Öfkesi de sevdası da bizimle olan Yarıkkaya yok edilmekte.
Deniz bizden uzaklaştırılmakta, sahil şeridinin önü perde betonlarla yükseltilmekte.
Bir belediye başkanın yaptığını diğeri bozmakta, İskenderun yaz boz tahtasına çevrilmekte.
Aradan yıl geçmesine rağmen İskenderunlu hala depremle yatıp kalkmakta, beton molozların tozunu solumakta.
Yılan hikayesine dönen, Mehter Marşlı yapımı düşünülen Feyezan Kanalı, seçilen her belediye başkanı tarafından temcit pilavı gibi önümüze konmakta.
Toplu konut alanlarında, tarım alanlarında, zeytinlikler yok sayılmakta, maden aramaları için dağlar delik deşik edilmekte, binlerce ağaca kıyılmakta, doğal ortam yok sayılmakta.
Mahallerin kıyısına, köşesine beton santralleri yerleştirilmekte, organize sanayi ilan edilmekte.
Belediyelerin kamu hizmet alanları ihalelerle birilerine peşkeş çekilerek, ticarethanelere dönüştürülmekte. Sosyal belediyecilik yok sayılmakta.
Geçmişte rahmetlik İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş’a “nasılsınız?” diye sorunca, “İstanbul gibiyim” demiş.
İskenderun nasılsa, biz de öyleyiz.
Şehirler, o şehirde yaşayanların kimliğidir.
O şehrin ruhunu solurlar.
Bir şehir, sosyal ve kültürel özellikleri, doğal yapısı, tarihi değerleriyle tanımlanır, yaşayanların ruhu olur.
Küresel ekonomik kıskaç, önce kültürümüzü, değerlerimizi yok eder, sonra da aklımızı alırmış. İnsanları yozlaştırır, çürütür, kul köle yaparmış.
İskenderun’un ne yerlisi ne de yabancısıyım.
İskenderun’un şehirlisiyim.
Yalnızca yaşadığım bir şehir değil. Ruhumu; kültürüyle, tarihiyle, doğasıyla besleyen şehir.
Çok güzelliklerini yaşadım, üzücü kötülüklerini ve çirkinliklerini gördüm.
Sıcak yaz günü, Peynirciler Pasajının önünden geçerken, soğuuuk şerbeeet!... Sesiyle bakındım. Yanı başımdaydı folklorik giyimli, omuzunda bakır güğümlü meyan şerbetçisi. Bir bardak içtim. O rehası, soğuğu yüreğimi serinletti. Senden başka kaldı mı? diye sorduğumda, olmadığını, “ben de bu güğümü taşıyana kadar devam edeceğim” dedi.
Geçmişe gittim.
Keşke bici bici satıcıları da nohut kebapçıları da mısır gözlemecileri, sokak dondurmacıları da kalsaydı. Keşke Arsuz’dan; maydanoz, tere, turp, domates, patlıcan gelseydi, Belen’de üzüm şıralansa, Sakıt’tan kayısı alınsaydı, tekneci balıkçılar açıklarda balık avlasaydı, faytonlar sahilde dolaşsaydı, düğünlerde ya lelli söylense, Kırıkhan oynansaydı, Barak havası çalsaydı, keşke; Yarıkkaya fırtınasında üşüsek, melteminde serinleseydik ...
İnsanlar; tarihin derinliklerinden gelen izler, çağın aydınlanma ufkunda parlayan ışıklarla yaşarlar.
İskenderun, dünü doğal olarak yaşayamıyor, bu gidişle geleceğe de umut vaat etmiyor. Ama yine de, tüm vefasızlığımıza, yıkıcılığımıza, doğal afetlere rağmen hala güzelliğini koruyan, içinde taşıdığı yaşam enerjisiyle ayakta kalmaya çalışan bir şehirdir.
İskenderun’a sahip olmayı, İskenderun’da yaşamayı istiyorsak; önce ruhumuzu vermeliyiz, sonra da ait olmayı öğrenmeliyiz.