İskenderun’un kışı pek zahmetli olmasa da bahar günleri yine iple çekilir.
Hele de Nisan günleri…
Her çiçeğin biraz gül olduğu gibi, İskenderun biraz deniz, birazda doğa, birazda tarihtir.
Mavili, yeşilli…
Ufkumuz körfezin uçsuz bucaksız maviliğine serilir, başımız Yarıkkaya’ya dikilir, kumsalında medeniyetlerin ayak izleri aranır.
Kıyı şeridinde dolaşırken, meltemi bahar kokar.
Dalgalar kıyıları çırpıştırır, bir annenin çocuğunu okşaması gibi.
Bazen sevinç düşer yakamozlu sulara, bazen hüzün…
Martılar kanat çırpıştırır, balıkçı tekneleri dolaşır açıklarda.
Simgesidir Yarıkkaya.
Hz. Ali’nin efsaneleri, Türkmen genci Osman’ın hikayesi anlatılır.
Kış günleri öfkelenir, baharla neşelenir.
İskender’le namlanan, Mustafa Kemal’le şanlanan şehirdir İskenderun.
Şimdi bulamadım dünü.
Kaybolmuş tüm vesikalar.
Payas, Dörtyol, Erzin sahilinde bir duman tüter
Tarih yanar gibi.
Amanoslarda bir kuş öter
Viran bağlar gibi.
Yarıkkaya’da bir dinamit sesi
Deprem korkusu!
Denizin, palmiyelerin kekremsi kokusu.
Gözümün önünden İskenderun’un nostaljisi bir film şeridi gibi dolanıyor.
Kütüphanemde bulabildiğim kadar siyah beyaz fotoğraflarına bakındım İskenderun’un. Bir de evlilik... Şehrin hikayesini, ruhunu tüm çıplaklığıyla soludum.
Deprem yıkığı binaların, molozların arasından çarşıya indiğimde depremde yıkılan binaların önlerinin kapatılarak gerilen perdelerin, duvarların üzerine rengarenk çizilmiş resimler gördüm. Mutlu ailemi, çocuk sevincimi, çiçekler, güller, denizin maviliği mi, martılar mı... desem. Bakanlara mutlak mutluluk vermiştir, görenlere ise renklerin kavgası gibiydi. Birden aklıma Orhan Veli’nin dizeleri geldi.
“Ne gereği vardı vesikalıklarda gülümsemenin/ Devlet dairlerinde kullanacaksak.”