Meral Tabakoğlu TOKSOY


Kaybolan Meslekler

Meral Tabakoğlu TOKSOY


Zamana yenik düşüp, unutulup giden her meslek kimliğimizden de bir parça koparıp götürür. Kaybolan mesleklerin hüzünlendirmesi, eksilen, kopup giden yanımıza duyduğumuz özlemden başka ne olabilir? Ne var ki sürekli gelişen teknoloji bu değerlerin korunmasını engelliyor.

Sanayileşme ile birlikte fabrikasyon üretimlerin sahneye çıkması, el emeği ve el işçiliği arka plana itti.

Kalitesi el yapımıyla kıyaslanamasa da düşük fiyatlar tüketiciyi o yöne çekti. Bu durum karşısında küçük işletmelerin fabrikalarla rekabet etmeleri mümkün değildi. 

Bakır kap kacak bırakılınca, kalaycılar kayboldu. Hazır giyim, her sokakta bulunan terzi dükkanlarının sonunu getirdi…
Fabrikalar açıldığında değirmenler sustu…

Plastiğin hayatımızın her yerine girmesi, insanlığın ve dünyanın başına gelebilecek en büyük musibetlerden biri oldu. Ucuz ama iş gören bu ürünler aynı zamanda da uzun ömürlü olmasından dolayı tercih edildi. Oysa, doğaya bırakıldığında yüzlerce yıl çözülmeyen bu madde, çevre kirliliğine, topraklarımıza, denizlerimize, dolayısıyla yaşayan tüm canlıların hayatına kast edecekti…

Kamıştan, hayıttan sele ve sepet örenler de plastiğe teslim oldular. Artık sadece turistik amaçlı çok az yerde yapılıp satılıyor maalesef. Bunlar gibi nice meslekler unutulup gitti.

Unutulan, kaybolan mesleklerin iki temsilcisini birkaç hafta önce tanıma şansım oldu. İkisiyle de tesadüfen karşılaştık.

İlki, Marmaris çarşısında küçük bir dükkana sığışan kırklı yaşlarında bir adam. Deri sandalet ve terliklerin dikkatimi çekmesiyle içeri giriyorum. Başı önünde bir şeyler dikiyor. Tavana kadar uzanan raflarda sandalet, yemeni, terlik ve çantalar asılı. Bir anda hangisine bakacağımı şaşırıyorum. Hepsi birbirinden güzel olan ürünleri hayranlıkla inceliyorum.

Dükkana bizden önce girmiş olan bir müşteri var. Elinde diktiği de ona aitmiş ama işi az kalmış. “Sen bakın abla” diyor. Bu arada müşteriyle de konuşmaya başlıyoruz. Yabancı olduğumuzu anlayınca nerelere gittiğimizi soruyor. Gezi yatlarında kaptanmış. Tam da aradığımız rehber. Hemen bize bir rota çiziyor. Planımızı değiştirip onun çizdiği rotayı programımıza alıyoruz. Ustanın işi bitince onunla da tanışıyoruz. Adı Mesut. Sohbet uzayınca küçücük dükkana tabureler taşınıp çay söyleniyor. Ben bu arada bir çantayı gözüme kestiriyorum. “Senden başka kimsede olmayacak abla” diyor. Ben bile ikincisini yapamam. Yaptığım her şey tek oluyor o yüzden… Dükkanda gördüğümüz her şey onun elinin emeğiymiş. Hepsini kendisi yapmış. Yardımcısı, mesleği öğrettiği çırağı yok! “Kimse öğrenmek istemiyor.” diyor… Kaptan atılıyor; “Ben bu işi öğreneceğim abla” (Yaşı tahminen 45’in üzerinde) Gerçekten ciddi ama… Arkasından ekliyor; “Ne kadar zor olabilir ki…”  Mesut Ustanın çırağının olmamasına üzülürken kaptanın sözleriyle gülümsüyorum… 

Mesut Usta Mardinli. Anne ve babasını küçük yaşta kaybetmiş. Dünya vatandaşıyım diyor. Sürekli geziyormuş. Rus olan eşiyle de bu gezilerden birinde tanışmış. “Çocuk var mı?” diye sorduğumda, “Yok istemiyorum…” diyor. Başını kaldırmadan mırıldanır gibi ekliyor; “Hadi bana bir şey olsa… Hiçbir çocuk anasız, babasız büyümemeli…”
*
Ertesi gün,  kaptanın tavsiye ettiği yerlerden biri olan Turgutlu Şelalesindeyiz. Şelaleye doğru yürürken, patikadan açık bir alana çıkıyoruz. Yolun sol yanında taş duvarlı bir su değirmeni görüyorum. Önünde de odun semaverini yakmaya çalışan, yeni zaman tarzanı diyebileceğimiz bir adam. Herkes şelalenin kaynağına doğru çıkarken bu güzelim değirmeni es geçmelerine üzülüyorum. Bizden başka durup bakan yok. En azından biz oradayken kimse ilgilenmiyor.

İçeri girip giremeyeceğimizi soruyorum. “Tabi ki sizler için yaptım zaten” diyor. Biz içeri girip etrafı incelerken, kaç yıllık olduğunu tahmin etmeye çalışıyoruz. Bir süre sonra da sahibi olduğunu öğrendiğimiz Mustafa Bey giriyor içeri ve başlıyor anlatmaya. Dedesinden babasına, babasından da kardeşleriyle birlikte kendine kalmış ama kimse ilgilenmiyormuş. Emekli olduktan sonra işi gücü bu değirmen olmuş ve çalışıp çabalayıp çalışır hale getirmeyi başarmış. Yedi sene öncesine kadar un öğütüyormuş. Değirmenin suyu şelaleye çevrildiğinden artık çalışmıyor. Zor da olsa, tekrar çalıştıracağını söylemesine seviniyorum. Mustafa ustanın işi çok. Değirmene su taşıyan boruyu yenileyecek. Eliyle işaret ederek gösteriyor; yamacın aşağısına bir değirmen daha inşa edecek. Ama kendini çok yalnız ve desteksiz hissediyor. Bakanlığın ilgisizliğinden yakınıyor. Eşim bir miktar para uzatıp, yeni değirmende bizim de tuzumuz olsun diyor. Ama Mustafa Usta kabul etmiyor. “Benim yerime bir öğrenciye ver. Eğitim çok önemli çünkü…”