Müslüm KABADAYI


KIBRIS’TAN ÇOK BOYUTLU İZLENİMLER… -1-

Müslüm KABADAYI


Yaklaşık on yıl önce 12 sayı çıkardığımız Bağlaç Kültür Sanat Edebiyat Dergisi’nin 9. sayısında (Mayıs-Haziran 2015) “Kıbrıs Edebiyatı” dosyası yayımlamıştık. “İki Yakayı Birleştiren Deniz”de Kıbrıs Edebiyatı başlıklı makalemle bu dosyaya katkıda bulunmuştum. Sanıyorum Türkiye’de bir dergi dosyası boyutunda içerik ve sayfa sayısı bakımdan kapsamlı bir çalışma olarak Kıbrıslı şair ve yazarlara yeterince ulaştıramamıştık. Dolayısıyla bu eksiklik içimde bir yaraya dönüşmüştü. Nihayet bu yarayı tedavi edecek ilacı, 17-18-19 Temmuz 2024 günlerinde Kıbrıs’ta görüşmeler yaparak, doğa-insan-toplum ilişkilerini gözlemleyerek bulduğumu söyleyebilirim.    Çocukluğumda ve ilk gençlik dönemimde tarlamızın bulunduğu Alacamağara’da bir aydan fazla kalırdık. Buradan Akdeniz’in doğu yakasından yükselen 1800 metrelik Keldağ (Arapçası Cebel-i Akra) görülür. Dolayısıyla bu dağın Akdeniz yamacında bulunan ve coğrafyamızın büyük şairi Ali Yüce’nin yazıp büyük müzik sanatçımız Ruhi Su’nun besteleyip söylediği “Mürselekli Kadınlar” şiirinde geçen Mürselek köyünden tanıdıklar, hava açık olduğunda Kıbrıs’ın Karpaz burnunu gördüklerini söylerdi. Hatta abartılı olarak sabahları Kıbrıs horozlarının ötüşünü duyduğunu dile getirenler bile olurdu. Belki Samandağ’a bağlı Meydan köyünün horozlarının sesiydi duydukları ama onlar bu anlatımlarıyla Kıbrıs’ın çok yakın ve Karpazlar’ın Amanoslar’ın, Keldağ’ın devamı olduğunu sezgileriyle belirtmek isterlerdi. Ben de okulda gördüğüm haritalardaki Kıbrıs adasına Hezarfen Ahmet Çelebi gibi kanat takarak, mitolojik adı Cacius olan Keldağ’dan uçup gitmeyi düşlerdim. Akdenizlilik ve çocukluğumdan beri görmeyi düşlediğim Kıbrıs’la ilgili sözünü ettiğim makalemde şöyle demiştim: “Uygarlıklar tarihi ve Dünya edebiyatı incelendiğinde açıkça görüldüğü üzere Anadolu-Mezopotamya-Mısır-Helen-Roma uygarlıkları, Akdeniz çevresinde biçimlenmiş, gelişmiş ve birbirini beslemiştir. Sümer-Babil-Asur, Fenike, Mısır, Kıbrıs-Girit, Hatti-Hitit, Lidya, Yunan-Roma mitolojileriyle beslenen ilk şairler de bu coğrafyadan çıkmıştır. Coğrafya ve uygarlıklar açısından Akdeniz sayılan Ege kıyılarından yetişen Homeros başta olmak üzere Hesiodos'un ve Sappho’nun destan ve şiirleri, daha sonraki dönemlerde Yunan, Latin-Fransız ve İngiliz edebiyatlarına da kaynaklık etmiştir. Üç bin yıl önce Homeros’un İlyada’da betimlediği Odysseus’un, binlerce yıl sonra James Joy’un Ulysses’ina dönüşmesi gibi. Yani, “suyun ülkesi” deniz, kahramanlarını sürekli yolculuklara çıkarmaya devam edegelmiştir.”   Bu makalemin başlığında geçen “İki Yakayı Birleştiren Deniz” ifadesini de Samandağlı öğretmen ve heykeltıraş dostum Ali Çınar’dan öğrenmiştim. Özverili, paylaşmayı seven Ali dostumun anlatımından hareketle şöyle dile getirmiştim: “İşte, bugünkü verilere göre Etiyopya-Çad bölgesinden yola çıkan insan topluluklarının değişik dönemlerde Nil nehri ve Carmeldağı eteklerinden hem Mezopotamya ve Anadolu’ya hem dAe Akdeniz üzerinden Kıbrıs-Girit adalarını sıçrama tahtası olarak kullanıp Avrupa’ya göçler yoluyla yayıldığı biliniyor. Tahminen 2 milyon yıllık serüvende gerçekleşen bu hareketlilik, zamanla yerleşik kültürlerin sonrasında da uygarlıkların oluşmasına Akdeniz çevresinde zemin hazırlıyor. Yukarıda vurguladığımız bu uygarlıkların hem birbirini beslemesinin hem de birbiriyle çatışmasının yarattığı sentez, Arapça şöyle ifade ediliyor: “Bahrir Abyad Mutavassed”. “Bâr”, yani kıyıları, “kâreb(kârib)”  yani yakınlaştıran deniz olarak “Akdeniz” betimleniyor Arapçada.”

“Suyun ülkesi” Kıbrıs’ta yaşayan bir “kahraman” olarak değil ama “konuksever” bir adanın bakır iletkenliğine güvenerek 16 Temmuz’da Zeynel Korkmaz ve Azize Sevimer’le yolculuğa çıkmamızın nedenini önce açıklamalıyım. 13 kuruluşun katılımıyla 25 Mayıs 2024’te Ankara’da yapılan “İnsan Hakları Perspektifinden 6 Şubat Depremleri-Tıkanmayı Aşmak İçin Konferans”ın ortaya çıkardığı bir gerçek vardı. Depremin üzerinden 15 ay geçmesine karşın, gerek depremin bu denli büyük yıkıma yol açmasında sorumlulukları bulunanlardan hesap sorulamaması ya da yetkililerin hesap vermekten kaçmaları, gerekse deprem bölgesinde bilimsel ve halkın talepleri doğrultusunda ciddi bir atılımın yapılmaması karşısında yapılan basın açıklamaları, açılan davalar, protestolar, yürüyüşler kapitalizmin yağmacı duvarına çarpıp dönmeye başlamıştı. Dolayısıyla bu tıkanmayı aşmak için devlet kurumları üzerinde toplumsal temsiliyet ve bilimsel yetkinlik gücüyle baskı unsuru olarak çözümler üreten Deprem Dayanışma Konseyi’ni kurmak için kolları sıvadık. 25 Mayıs Konferansı’nı düzenlerken olduğu gibi sevgili Zeynel Korkmaz’la birlikte ön hazırlık ekibi olarak Ankara’daki sendikalar, dernekler, meslek odaları ve bilim insanlarıyla görüşmeye başladık. Türkiye’de “kent ve kentleşme” deyince akla gelen ilk bilim insanı olan Prof. Dr. Ruşen Keleş Hocamızı, öğrencisi olan Prof. Dr. Mehmet Tunçer Hocamızla birlikte A.Ü. SBF’deki odasında ziyaret ederek ilk adımı attık. Ardından deprem bölgesindeki dernek, sendika, meslek odalarıyla bir araya gelmenin yolunu Antakya’da açtık. Hatay Tabipler Odası’nda yapılan ilk görüşmeye on üç kuruluş katıldı. Verimli bir görüş alışverişi oldu. Özellikle Depremzede Dernekleriyle İnşaat İşçileri Sendikası ve İş Makineleri Operatörleri Sendikası temsilcilerinin katılımı çok anlamlıydı. Daha sonra Samandağ Mağaracık’taki TOKİ inşaatlarının nasıl çürük biçimde yapıldığının gün ışığına çıkarılmasında bu sendikaların rol aldığını görmek bunun göstergelerinden biri oldu…   Türkiye ve Kıbrıs’ın gündemine düşen Adıyaman’daki İsias Otel’de deprem katliamına uğrayanlar arasında 35 Kıbrıslı öğrenci ve öğretmen de vardı. İsias Otel’in sahip ve sorumlu müdürleri yanında bu otelin ruhsatını veren, inşaatı denetlemeyen kamu görevlileri hakkında açılan dava çok ses getirdi. Sanıyorum benzer davalara örnek teşkil edecek biçimde de sorumlu kamu görevlileri ilk kez bu davada yargılanmaya başladı. Bu verilerden hareketle Kıbrıs’taki ailelerle görüşmek önem kazandı. Onlarla buluşurken, konuyla ilgili Kıbrıs’taki sendika, dernek ve meslek örgütleriyle de görüşmek üzere randevularımızı ayarladık.     17 Temmuz günü, sevgili Zeynel Korkmaz’ın daha önce eğitim hakkıyla ilgili yürüttüğü proje çerçevesinde uzaktan görüştüğü ve o zamanlar KTÖS başkanı olan Şener Elcil Öğretmen’le buluştuk. Akdeniz sıcaklığıyla kısa sürede kaynaştık. Atak, konuşkan ve toplumsal ilişkileri, deneyimleri güçlü olan Şener Öğretmen’le iki gün verimli çalışma yaptık. Lefkoşa’da Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenleri Sendikası’nı (KTOEÖS) ziyaretimizde yöneticilerden Selma Eylem ve Ozan Çoli’yle tanıştık. Türkiye’deki eğitimde meydana gelen ticarileşme ve dinselleşmenin Kıbrıs’a da yansıtılmaya başlandığını ve buna karşı mücadelenin de sertleştiğini dile getirdiler. Kendilerine daha önce WhatsApptan ilettiğimiz Deprem Dayanışma Konseyi metnini kısaca özetleyerek bu konuda kendilerinin Konsey’e katılımını çok önemsediğimizi dile getirdik. Başka görüşmelerimiz de bu minvalde geliştiğinden, tekrara düşmemek üzere metni olduğu gibi buraya aktarmak istiyorum.    Sayın... Kuruluşu Yönetim Kurulu’nun ya da Kişinin İlgisine,   Ülkemiz 6 Şubat 2023’te, tarihte ender görülen bir çoklu-deprem faciası yaşadı. 11 ilimizi ve Suriye’yi sarsan bu depremler on binlerce ölüme, sakatlanmaya, ampütasyona, iç ve dış göçe ve 14 milyon insanı farklı biçimlerde etkileyen bir yıkıma neden oldu. Yalnızca insanlar değil, aynı zamanda eğitim ve barınma hakkı, sağlık hizmetleri, gıdaya, temiz su ve havaya erişim, özel yaşam ve siyasi şeffaflık da enkaz altında kaldı.

Deprem bölgesinde yaşayanlar ve onları ülke genelinde destekleyenler olanakları dahilinde ya da bu olanakları kat kat aşan eforlar sergilemekte, mevcut ve yakıcı sorunların analizini yapmak, kamuoyunu aydınlatmak ve çözümler üretmek amacıyla olağanüstü çabalar sarfetmektedir. Bu çabaların sonucunda çok sayıda doküman, rapor, bildiri vb. yayınlar hazırlanmış, konferanslar düzenlenmiş ve politik karar vericiler üzerinde etkili olunmaya çalışılmıştır.

Depremden bu yana geçen 1,5 yıllık süre zarfında, deprem bölgesinde yaşayanlar ve ülke genelindeki destekçileri yaptıkları çalışmalarda artık bir tıkanma noktasına gelmiş görünmektedir, zira geleceğe dair mutlak bir belirsizlik hakimdir; yetkililerin mevcut soru ve sorunlara zamanında ve uygun yanıtlar vereceklerine dair beklentiler tükenmiştir. Neyin, ne zaman, nasıl, nereye, hangi bilimsel verilere dayanarak inşa edildiği halk için belirsizdir. Topraklar istimlak edilmekte, rezerv alan gibi uygulamalarla durum daha da karmaşık bir hal almaktadır. Kültürel ve demografik özelliklerin korunarak kentlerin “yeniden inşa” edileceğine olan inanç adeta bir batıl inanca dönüşmüştür.

Depremin yarattığı tahribatı aşmanın yegane adresi olması gereken kamu kuruluşları, artık sorunun bir parçası haline gelmiştir. Halk bilinçli olarak yanıltılmakta, yıpratılmakta, bilgi aktarımı kesilmekte, finansman kaynakları ve bunların harcama biçimleri mutlak gizlilik kurallarına tabi tutulmaktadır. Birçok kamu binası, hastane, okul, yollar, altyapı vb. yıkılmıştır. Geride bıraktığımız 16 ayı aşkın sürede yapılan uygulamalar ise eğitim, barınma, su ve gıda gibi bir dizi insan hakkının uygulanması noktasında ciddi şüphe uyandıran bir boyuta evrilmiştir. Bu çerçevede, depremzede halkın hakları artık demokratik kitle örgütlerinin koruması altına alınmak zorundadır.