Okulların tatil zili çaldığında ara vermiştim yazılarıma.
Biraz dinlenme, yazdığım romana ağırlık verecektim birde.
Haziran, Temmuz derken gelivermiş Ağustos, koca yaz günleri geride kalmış. Ama yaz ayları çok sıcak geçiyor. Böylesi sıcaktan İskenderun gibi yerde gölge kovalamak, klima çalıştırmak, vantilatörü açmak, birkaç saatliğine deniz kıyılarında dolaşmakla olacak şey değil. Sıcaklık nemle buluştuğu zaman insanın iliklerine işliyor, kendinden geçiyor, sanki hayat duruyor.
10 Ağustos günü böylesi bir sıcak günde Arsuz yolu üzerinde Başak Sitesindeki evimin balkonunda serinlemeye çalışırken üzerim birden gölgelendi, hışırtı sesiyle doğruldum. Anadolu coğrafyasını önceleri anavatan bilen, sonra da kirlenen doğasına küsen, şimdi göç yolu olarak kullanan leyleklerdi .
Göçüyorlardı.
Baharla birlikte geldikleri Avrupa kıtasında barınmışlar, beslenmişler, üremişler, çoğalmışlar şimdide kafilelerle Afrika yollarındaydı.
Körfezin mavi sularına bakındığımda sis bulutları gibi uçuşuyorlar, kıyıya yaklaştıkların da beyaz köpüklü dalgaların kıyıya sürüklenişi gibi inip kalkıyorlar, sonrada uçağın pik yapışı gibi yükselerek kendini karaya atıyorlardı. Karada V çizerek, U dönerek yornuklanıyorlar ardından Belen geçidinden Amanosları geçip yollarına koyulurlar. Basra Körfezi, Nil Deltasına uçarlar. Küskün olduklarından eğleşmiyorlar şimdi Amik’te.
Onların göçü mevsimsel göçtü. Düşlerinde hepten sıcak ülkelerin serin suları, temiz havaları var.
Bir bakmışın Nil kıyılarında, bir bakmışın Avrupa steplerinde... Binlerce kilometreden kalkarak sınırları yırtarak, kanatlarını çırparak yol almışlardır. Pasaport almamışlar, vize sormamışlar özgürlüğe uçmuşlardır.
Yürekleri küçük olsa da dünyaları büyüktür.
Korkusuzdurlar, rüzgarları incecik kanatlarıyla yırtarlar. Süt akıtırlar tüylerinden özgürlük mavisine, kara bulutlar parçalanır...
Doğa dostudur, efsane kuşudur, çocukların tekerlemesi, yaşlıların hacı babasıdır.
Gidişleri hüzün, dönüşleri sevinçtir.
Tıpkı umutlarımız gibi.
Sanmayın ki onlar kuş akıllı, her birinin kanadında bir mevsim saklı.
Onların göçünü görünce göçebe ruhum kabarır. Hemencecik Orta Asya bozkırlarından Anadolu’ya gelen, Torosları, Çukurova’yı mesken tutan göçebe Anadolu Türkmenlerine giderim. Bu coğrafyada yüz yıllardır yaşamlarını hayvancılıkla sağlayan yazın Torosları zirvesine, kışınsa Çukurova’nın düzüne inen göçebe kültürü oluşturmuş Türkmenlerin yaşantısıyla, göçmen kuşlarının göçleri arasında bağ kurmaya çalışırım.
Mevsimsel göçleri, özgürlüklerine düşkünlükleri, doğal ve temiz çevre aramaları ne kadar da örtüşmekte.
Tam da yazdığım romanın konusu buydu. Leyleklerin göçünü görünce daha da duygulandım, tarihin derinliklerine gittim. Çukurova ve Toroslar'da yaşayan göçebe Türkmenlerin kışın Çukurova’da, yazın Toroslar’da yüzlerce yıldır sürdürdükleri yaşam tarzı. Otorite tanımamaları, Beylerin birbiriyle kavgası, Osmanlı’nın asker ocağı, hazine akçesi olarak görmesi.
İskan Kanunuyla yerleşik düzene zorlanması.
Osmanlı’nın kendi halkıyla savaşı...
“Hakkımızda devlet etmiş fermanı/ Ferman padişahın dağlar bizimdir" diyerek, Dadaloğlu’nun sazlı, sözlü koçaklamalarıyla isyana durmaları. “Ölen ölür kalan sağlar bizimdir” diyerek direnmeleri.
İmparatorluğun iskan ve sindirme politikaların isyan eden Dadaloğlu, Türkmenlerin en gür sesi ve çığlığı olmuştur. Ne var ki, yıkılan, yakılan kıl çadırlar, acıdan acıya giden yolları önleyememiştir. Sıtmadan, tifodan, koleradan hastalıklardan ölenlere çare olamamıştır.
Kanatlanıp uçamamışlar, güç olup göçememişler, sarı sıcağa teslim olmuşlar, ölümlerden ölüm beğenmişlerdir.
Geride kalan mı?
Küllenen ateşler...
Ve birde susturulmuş çocuk sevinçleri.