Müslüm KABADAYI

Tarih: 19.12.2017 20:05

Mizahın Güçlü Estetik Oku: Aziz Nesin

Facebook Twitter Linked-in

 

80 yıllık ömrünü, kendini borçlu hissettiği emekçi halkı için mücadele ederek geçiren Aziz Nesin, bu uğurda ölünebileceğini de kanıtlayan aydın ve yazarlarımızdandır. Doğumunun 102. ve ölümünün 22. yılında yaşam tarzı, toplumsal mücadelesi, yazarlığı ve örgütçülüğüyle insanlığın kültür mirasında önemli yer tutan Aziz Nesin´i kısa metinlerle anlatmanın zorluğu ortadadır. Bunun farkında olarak, onun mizahının estetik özelliklerini dile getirmeye çalışacağım.
Son nefesine kadar dinç ve dirençli kalabilen insanların iki belirgin özelliği vardır. Birincisi, hayatta bağlandığı değerlerin gücünü bilmek; ikincisi de, en zor ya da kötü koşulda hayatın çelişkilerini mizahın gücüyle aşabilmek… Gerisi teferruattır, Aziz Nesin için de…
Aziz Nesin´in çalışkanlığına, üretkenliğine şaşanlara verdiği bir yanıt vardır: “Beni yetiştiren halkıma karşı kendimi hep borçlu hissediyorum. Bu ödenmeyecek bir borçtur.” Onu yakından tanıyan, çıkardığı Akbaba dergisinde yazılarını yayımlamaktan zevk duyan Yusuf Ziya Ortaç, bir bakıma onun halkına olan borcunu ödemek için, “Başladı mı çalışmaya haftada bir kurulan saatlere benzer, durmak bilmez!” der (Bizim Yokuş, 1966). Yusuf Ziya, onun yaratıcı yeteneğine ve kalem gücüne dair de şunu söyler: “Kırk üç senedir Akbaba´yı çıkarıyorum. Bunca yılın bütün ünlü yazarları sayfalarımızda yer aldılar. O bir eşi yetişmemiş Osman Cemal´ler, o Reşat Nuri´ler, o Mahmut Yesari´ler… Hiçbiri, hayır hiçbiri değil, hepsi birden bir Aziz Nesin olamaz!”
Etkinlik için gittiği kentteki otel odasında, kapısını çalan arkadaşını elinde kalemle karşılayacak kadar yazarak üretmeye kendini adayan Aziz Nesin, yapıtlarına ilişkin “Para kazanmak için bazı yazılarını çalakalem yazıyordu,” şeklindeki eleştiriye, bir bakıma hak vererek, daha üst boyutta yoğunlaşacak zamanı, olanakları bulamamanın acısını da duyan biri olarak şunu dile getirir: “İçimde hep geç kalmış olmanın, yetişememenin, yetiştirememenin, (…) işte bu acele yüzünden eserlerime istediğimce özen gösteremedim, daha dikkatli ve titiz davranamadım. (…) Eskiden çalakalem yazdığım, yazmak zorunda olduğum öykülerimin, romanlarımın yeni basımlarını yapamıyorum; bir zaman bulup bunları yeni baştan gözden geçirip, düzeltip hatta yeniden yazıp ortaya çıkaracağım.” Bu isteğini gerçekleştirememiş olan yazar, oğluna Çatalca´dan 24 Eylül 1976´da yazdığı mektupta, aslında hayatında ne olmak istediğini de vurgulayan, aynı zamanda yazarlığa nasıl yöneldiğini belirten şu açıklamayı yapar: “Sevgili oğlum, biliyorsun, ben bir yoksul aile çocuğuydum. Bu yüzden istediğim, sevdiğim bir işin adamı olamadım. Ben bir bilgin olmak isterdim. Matematikte ve fizikte ve bütün doğabilimlerde olağanüstü bir yeteneğim vardı. Ama ne yapayım ki, parasız okuyabilmek uğruna asker oldum. Üstelik iyi bir asker oldum. Askerlikten de çok şeyler öğrendim. Sonunda yazar oldum, isteyerek yazar oldum. Ama doğrusu, başka bişey olamadığım için yazar olmak zorunda kaldım. Sonuç kötü olmadı. Ama hâlâ aklım fikrim bilimde… İşte bu yüzden senin bir bilimci olmanı coşkuyla karşılıyorum. Bir baba bencilliğidir bu: Babalar, kendi olmak isteyip de olamadıklarını, oğulları olsun isterler. Üstelik, ben senin bilimci olman için de hiçbir çaba göstermedim. Sen kendiliğinden bu yolu seçtin, ne iyi!”
Yazarların, genel olarak sanatçıların çocuklarıyla mektuplaşmaları, hem edebiyat hem de eğitim açısından oldukça zengin malzeme sunar; Aziz Nesin´in çocuklarıyla mektuplaşmaları, yukarıda alıntı yaptığımız küçük bir bölümden de anlaşılacağı üzere, başlı başına bir inceleme ve değerlendirmeyi hak etmektedir. İçtenliği, eleştirel tavrı, düşüncelerini somutlaştırma yöntemi ve dilinin yalınlık ve yoğunluğu mektuplarında da kendini göstermektedir. Kendine güvenli bir insanın içini de kanırtmayı bilen bir “dalgacı yanı” olduğunu işaret eden bir mizah söz konusudur aynı zamanda.

1915-1995 arasına sığdırdığı 80 yıllık ömrünün yaklaşık 50 yılını yazarlıkla değerlendiren Aziz Nesin´in, daha önce şiirleri ve hikâyeleri yayımlanmakla birlikte 1944´te başlayan yazarlık serüvenin başlarında, yani 1946´da Sabahattin Ali´yle çıkarmaya başladıkları Marko Paşa dergisi –kapatıldıkça Malum Paşa, Merhum Paşa adıyla çıkan– Cumhuriyet dönemi mizahında çok etkili bir iz bırakmıştır. O, buna dair şöyle der: “Marko Paşa çıktığı zaman, Türkiye´de en çok satan gazete 40 bin satabiliyordu. Yalnız bir gün, o da seçimlerde Vatan Gazetesi 50 bin satmış, herkesi şaşırtmıştı. İşte böyle bir zamanda Marko Paşa 70 bin satmaktaydı. Bunu, herkes bilir. Zamanın hükümeti, Marko Paşa´nın satılmaması için her türlü kanundışı baskıyı yapıyor, taşraya göndertmiyor, taşra bayilerini karakola çağırtıp ‘Satmayacaksınız!´ diyor, İstanbul´da gazete satıcısı çocukları Emniyet Müdürlüğüne toplattırıp korkutuyor, matbaalara sivil polisler gönderip ‘Bu dergiyi basmayacaksınız!´ dedirtiyordu. Eğer, bu kanundışı baskılar olmasaydı, Marko Paşa o zaman 200 bin satabilirdi. Fiyatı 10 kuruş olan Marko Paşa, bir liraya satılıyor, elden ele dolaşıyordu.”
Buradan onun mizah anlayışına dair, birkaç saptama ve değerlendirmemizi, onun yapıtları üzerine görüşlerini belirten yazarların da tanıklığına başvurarak, özetle dile getirmekte yarar var. Onun, Türkçede “gülmece” denilen mizahının merkezinde karakter komikliği yer alır. Hareket komikliğine, karakter komikliğine zemin hazırlayan bir figür olarak başvurduğu görülür. Yapıtlarının çoğunluğunda toplumla bir biçimde çelişen, çatışan, çengileşen karakterler öne çıkar. Masallarında kullandığı hayvanların toplumsal göndermeleri de çelişki ve çatışmaları sınıfsal-düşünsel boyutlarıyla ortaya koyar. Bu bakımdan kendi adıyla yayımlayamadığı, “Bir Çin Öyküsü: Memleketin Birinde” adlı masalı, Çinli bir yazarın yapıtı gibi yayımlanır ve antolojiye girerken; bu masaldaki usta hırsız kedi Çung-Ban üzerinden çürüyen bir toplumdaki yüzsüzleşmenin eleştirisini kara mizahça yapar Aziz Nesin. Masalın mizahi çekirdeği şöyle: “Çung-Ban, küçük maskara, birkaç gün içinde gelişti, büyüdü. Yalnız Pung Amca´nın değil, bütün müşterilerin sevgilisi oldu. Çung-Ban´ın kötü bir huyu vardı, hırsızlık... Aşağı yukarı her kedi hırsızdır. Ama Çung-Ban gibisi görülmemiştir. Daha altı aylık var yoktu, bütün komşular şikayete başladılar. Her sabah, daha gün ağarmadan vazifesine sadık bir memur gibi, işe çıkar, öğleye teldolap yoktu. Ocakta kaynayan tencerenin kapağını kadar bütün mahalleyi talan ederdi. Girmediği mutfak, karıştırmadığı açıp, içinden sıcak sıcak bir parça balığı çalmadığı gün olmazdı. Çung-Ban´ı, bütün zararına, hırsızlığına rağmen herkes seviyordu. Çünkü, o kadar kurnazca hırsızlık yapıyordu ki, onun yüzünden zarara uğrayanlar bile, bu hırsızlıkları Çung´un muziplikleri diye karşılarlardı.”
Onun mizah anlayışını, çekirdek-yuvar ilişkisi bakımından örnekleyen dört öyküsünden daha örnek vermek yerinde olur. Toplumsal çelişki ve çatışmaları, kahramanların sınıfsal-bireysel karakter biçimlenmeleriyle açığa çıkartmak, sezdirmek ve o sorun üzerinde kafa yormaya sevk etmek şeklinde kurgulayan Aziz Nesin, olay ve olguları yeniden nasıl kurgulamak gerektiğine dair, edebiyatımıza bir açılım getirmiştir. “Sıradanlığın sırrı”nı keşfetmek olarak adlandırabileceğimiz bu açılımı örnekleyen üç öyküden vereceğimiz kesit, öykünün tümü okunduğunda tam yerine oturmaktadır:
“O kadar iş aradığı halde bulamıyordu. İş verecek gibi olup onun hemen arkasından gelen polisten kimliğini öğrenenler, iş vermekten vazgeçiyorlardı. (…) Demek onu tanıyorlar, bu halk için çalıştığını biliyorlardı. Ne diye umutsuzluğa kapılmıştı, ne diye karamsarlaşmıştı da politikadan çekilmeye kalkmıştı? Hiç bu insanlar bırakılır mıydı? (…) Gözleri buğulanmıştı sevinçten, nerdeyse ağlayacaktı. Halk uğruna bunca yıllık mücadelesinin sonunda, kendisine değer veriliyordu.” (İnsanlar Uyanıyor)
Bu öyküsüyle 1969´de Sovyetler Birliği´nde düzenlenen Krokodil Gülmece Öykü Yarışmasında birincilik ödülü alan Aziz Nesin´in güldüşün iletisini, şu özlü sözle verdiğini söyleyebiliriz: “Bir gün bu ülkenin başucuna bir not, yanağına da bir öpücük kondurup gideceğim. Çok tatlı uyuyordun, uyandırmaya kıyamadım diyeceğim.”
“Balıksız lafın tadı mı olur? Peki, öyleyse sana balıksız bir hikâye anlatayım. Selahaddin-i Eyyubi sarayına iki derviş misafir eder. Malum ya dervişler kör nefislerini terbiye eder, harama bakmazlar. (…) Selahaddin-i Eyyubi, bu sefer dervişlerin önüne birer hamsi kor. İki derviş serçe parmakları kadar hamsiyi yer yemez, artık dayanamazlar. Balığın kudretine bak sen, cariyelere saldırırlar.” (Boğaziçi Hastalığı)
“Deliler Boşandı” kitabında yer alan bu öyküsüyle de tarihsel kişilik ve olayları, güncelleme bakımından nasıl zekice güldüşün diline aktardığını görmekteyiz.
“– Tirinamhop!..
– Namhoptiri!.
– Hoptirinam!..
Sesleri göklere yükseldikçe, asılan suratlar gülümsemeye, yüzlerdeki sert çizgiler yumuşamaya, somurtkanlar kahkaha atmaya başlamış. Her yerden, her alandan, her sokaktan, her evden “Hoptirinam, Tirinamhop, Namhoptiri” sesleri geliyormuş. Bu sesleri duyan Enbaş´ın kaşları çatılmaya, suratı asılmaya başlamış. Bu seslere çok kızıyormuş. Kulaklarını tıkamış, olmamış, kalın duvarlar arasına kapanmış, olmamış. Her ne yapmışsa, yeri göğü inleten “Hoptirinam, Tirinamhop, Namhoptiri” seslerinden kurtulamıyormuş. Halk güldükçe Enbaş´ın suratı asılıyor, halk güldükçe o somurtuyormuş. Surat asmış, somurtmuş; surat asmış, somurtmuş; en sonunda suratını asamaz, somurtamaz olmuş.
İşte o zaman,
“Hoptirinam, Tirinamhop, Namhoptiri!” diye bağırmak yasaktır. Kim böyle bağırırsa on yıl hapsedilecektir!.. diye bir buyruk çıkarmış.
Gelgelelim halk bağırıp gülmeye öyle alışmış ki, bu buyruğa boş vermiş. Hep birden bağırıldığından Enbaş kimi yakalatıp hap¬sedeceğini şaşırmış. Cezayı artırmış:
– Gülenler kurşuna dizilecek!
Bu korkutma da işe yaramamış.
Bunun üzerine Enbaş bir kurnazlık düşünmüş. Halka Hoptirinam´ı öğreten aydını sarayına çağırmış. Ona şöyle demiş:
– Bu Hoptirinam sesleri benim çok hoşuma gidiyor. Siz beni Hoptirinam´a karşı sanıyorsunuz. Kim demiş... Elbette ulus “Hoptirinam” diye bağırmalı, halkın yüzü gülmelidir. Ancak benim siz¬den bir dileğim var. Hoptirinam´ın tarifi çok uzundur. Bizim halkımız bu kadar uzun sözü ezberleyemez. Acaba halka bir kolaylık olması için, bu tarifin içinden iki kelimeyi çıkaramaz mısınız? Bu ödevinize karşılık size örtülü ödenekten her ay iki yüz altın verilecektir.
Bu öneriye aydının aklı yatmış.
“Peki…” (Hoptirinam)
Üç öyküdeki mizah anlayışını da içerip aşan bir anlatım tekniğini, “Bizim Ev” adlı öyküsünde şöyle uyguladığını söyleyebiliriz Aziz Nesin´in: Büyük olayları, küçük insan ilişkileriyle karikatüre etmek. Bu öyküde de emperyalist ülkelerin, yeni sömürgeciliğin bir oyunu olarak başka ülkeleri borçlandırma yoluyla kendilerine bağımlı hale getirme politikalarını, evinin odalarını kiraya verip borçlanma nedeniyle bahçeye çadır kurarak yaşamak zorunda kalan aile ilişkisiyle ustaca öykülemiştir.
Bugün Dünya´nın eski emperyalist bloku ABD-Avrupa ile yeni emperyalist bloku Çin-Rusya arasındaki hegemonya savaşında “borçlandırma tuzağı” yanında “vekalet savaşçıları” üzerinden işgal politikaları dikkat çekmektedir. Bu tabloyla karşı karşıya kalan ülkeleri Aziz Nesin, yıllar önce “Bizim Ev”de çadırda yaşamak zorunda kalan ailenin oğlunun şu sözüyle betimlemiştir: “Bana bizim ev değilmiş gibi geliyor... İçinde oturuyoruz, bahçesinde gezemiyor, yolundan gidemiyor, suyundan içemiyoruz...” (s. 27)
Aziz Nesin´in öykülerinin, romanlarının yanında çocuk eğitimi bakımından çok önemli gördüğüm yapıtlarından biri de “Ben de Çocuktum” adlı anı kitabıdır. İlk baskısı 1979´da yapılan bu kitabın, tüm anne-babalar ve eğitimciler tarafından okunmasını önermek durumundayım. Niçin mi?
Kitapta yer alan 35 metinden 29´u çocukluk anılarından, 6 metin de kitap ve yazarlık anlayışıyla ilgili Aziz Nesin´in görüş ve düşüncelerini açıkladığı yazılardan oluşmaktadır. “Sınıfımın Yazarıyım” adlı yazısında şöyle diyor Aziz Nesin: “Maddi ve manevi varlığımın bütün hücreleriyle topluma borçluyum. Size anılarımı da işte bunun için anlattım. Sınıf değiştirerek, kendi paçamı kurtarıp rahata kavuşmak elimde değil. Bir atasözümüz var: ‘Her koyun kendi bacağından asılır.´ Evet doğru, her koyun kendi bacağından asılır ama koyun olduğu için… İnsanlar koyun değil ki… Hiçbir insan yalnız kendi bacağından asılmaz; her asılanla biraz da biz asılırız, her açla açız. Her tutukluyla tutukluyuz. Mutluluk, başkaları mutsuzken, yalnızlıkla olmaz, toplulukla olur. Aç insanlar olduğunu bilirken, lokmalarım rahatlıkla boğazımdan geçmiyor; soğukta titreşenler varken, odamdaki sobamda ısınamıyorum. (…) Ben sınıfımın yazarıyım, böyle olmak zorundayım, başka türlü olamam, elimden gelmez.” (Aziz Nesin, Ben de Çocuktum, Adam Yayınları, Özel Basım 1995, s. 100-101)

Toplumsal duyarlılık, Aziz Nesin gibi yazarlar için insanlık borcu olmuştur. Onun bu “borcu” nasıl kazandığını bu 29 anıdan çıkarmak mümkündür. Onun için çocukluk dönemi, kişiliğin gelişiminde olduğu kadar toplumsal bilinç ve duyarlık kazanmak bakımından da çok önemli bir evredir. Yoksulluk içinde geçen çocukluğunda annesinden özverili olmayı, babasından sorumluluk duymayı kazanan Aziz Nesin´in, mahalle yaşamında zengin sınıfın çocuklarıyla yoksulların çocuklarının dünyasını zıtların birliği içinde verdiği anılar çok öğretici… Çiçek koparmamakla başlayan annesine borçlanmayı, ömür boyu hisseden yazar, bize de doğadaki her canlının yaşama hakkı konusunda bir duyarlık kazandırır. “Çoğunluğun yoksul olduğu ülkede, yoksulluğun değil, varlıklılığın daha utanılası olduğunu yazarlığa başlayınca anladım,” diyen Aziz Nesin´in mizahında, zıt kavramların anlam zenginliği üzerinden estetik oluşturmak öne çıkmaktadır.
Onun toplumsal ve siyasal çelişkilerle çatışmaları zıt sözcükler üzerinden yalın söylem ve derin anlamla estetize ettiği görülmektedir. Nesin Vakfı çocuklarına öğütlerinde yer alan şu iki özlü sözde bunu görmek mümkündür: “Yoksulun tek silahı çalışmaktır.” ve “Tembellerin çalışma günü yarındır.”
Çocuk psikolojisinde anne-babanın çocuğa yaklaşımının önemini, “Kozhelvası”nda şu ifadeyle gösterir Aziz Nesin: “Annem de babam da bir suçumu yakalarlarsa hiç yüzlemezler, çok önemsiz bişeymiş gibi söyler geçerlerdi. Ne de iyi yaparlarmış! Etkisi daha büyük oluyor. Baksanıza, kırk yıl sonra yazdığım piyese bile o yüzden girdi kozhelvası.”
Onun yapıtlarına, sanatına, mizahına dair yazarların değerlendirmelerine gelince… Tahir Alangu, onun mizah gücüne dair şöyle der: “Kolay yazması, çalışma gücünün çağdaşlarından çok üstün oluşu, deha seviyesine varan mizah sezgisi, hayatın içinden işe yarayan malzemeyi fazla zorluk çekmeden seçip almasını sağlayan gözlem alışkanlığı, bunları kısa zamanda belli bir çizgiyi aşabilen eserler haline getirebilmesi, önünde geniş imkânlar açtı.” (Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, C. 2, 1965) Aziz Nesin´in mizahını oluşturan iskeleti de Ferit Öngören dile getirir: “Doğru ile doğru olmayanın mücadelesi, Aziz Nesin´in hem hikâyelerinde hem mizahındaki iskeleti oluşturur. Nitekim Aziz Nesin´in hikâyelerinde tipler ve tip işlemesi yok gibidir. Uzun yorumlar, açıklamalar, mesajlar Aziz Nesin´in hikâyelerinde yer almamıştır. Aziz Nesin, kelimelerden karikatür yaratıyor, diyebiliriz. Hikâyelerindeki kişiler, bir espriyi ortaya çıkaracak biçimde ve o amaçla verilmektedir. Bu anlamda eserlerindeki kişiler soyuttur ya da soyutlanmıştır.” (Güldiken, 1996) Onun öykülerindeki mizah gücünü söz oyunlarına, konuşma biçimlerine değil de olayın yoğunlaştığı düğümde aramak gerektiğini vurgulayan Cemal Süreya şunları söylüyor: “Aziz Nesin sivri ama tok nitelikteki sanatıyla benzersiz kalıyor, tek kalıyor. Her olay, her yeni gereç, onun için bir öykü kapısıdır; bir konserve kutusu, bir dolmuş kapısı, bir organ nakli işlemi… Değişen koşullar içinde, o sonsuz polis memuruna her öyküde rastlarsınız. 1960´tan sonra yazdığı öykülerde her iş artık karakolda bitmiyor. Bu tarihten sonraki öykülerinde daha sevecen, daha bilge.” ( Politika, 26.2.1976)
Son olarak, toplumsal olay ve olguları zekice mizahi öykülerle gözümüze sokmayı beceren yazarımızın, aynı zamanda ekonomi-politik derinliği olan bir konuyu da nasıl öyküleştirdiğine dair Yalçın Küçük´ün değerlendirmesini verelim. “Aziz Nesin´in ‘Büyük Grev´ adlı öyküsü, bir öykü olmaktan çok öte. Bir gazete sayfasına sığdırılmış bir büyük ekonomi politik dersi. Zaten sanatın ve üstün sanatçının gücü burada. Kitaplar, ciltler ve dergi sayfalarına zor sığdırılabilecek bir ekonomi politiği, bir gazete sayfasının boyutları içinde anlatabilmesinde.” (Yürüyüş, 13.12.1977)
1970´li yılların sonunda “Politika” gazetesi başta olmak üzere birçok yerde siyasi polemik konusu olmaktan çıkıp Aziz Nesin´in kişiliğine, “Aziz Nesin, sen nesin!” anlayışıyla saldırıya dönüşen yazılar kaleme alınır bu öyküyle ilgili. Organik aydın olmakla birlikte doğrudan siyasi örgütlülüğü bulunmayan Aziz Nesin´in, “politik zamanlama”yı strateji-taktik diyalektiği çerçevesinde kuramaması söz konusu olmakla birlikte, sınıf mücadelesindeki yanlışlıklara her koşulda müdahale etme tavrı bakımından önemli bir öyküdür bu. Bu öyküyle sergilediği “sınıfın aydını” olma çabası, 1984´teki “Aydınlar Dilekçesi” mücadelesinde “toplumun vicdanı” olabilmeye evrilir. Mizahın önemli bir aydınlanma-gelişme-yücelme döneminden sonraki çöküşlerde, ezilenlerin silahı olarak sivrildiğine vurgu yapan Aziz Nesin, “Aydınlar Dilekçesi Davasındaki Savunması”nda, mizahi sorgulama dilini de ustaca kullanmıştır.
“Bu dilekçeyi imzalayanlar, Devlet Başkanına göre ‘kendilerini aydın zanneden bazı kişiler´dir. Aydın olanlar, aydınım diye ortaya çıkmamalıdırlar.
Bizler bu dilekçeyi yazar ve imzalarken bunun karşılığında aydın olduğumuz için bir minnet beklemiyorduk ve aydın olmanın ayrıcalıklarından yararlanmaya kalkmış değildik. Emekli olduktan sonra holdinglerin yönetim kurullarında ve büyük sermayeli ticaret kuruluşlarında ve bankalarda ve benzeri büyük sermaye gruplarında ve özel girişim kuruluşlarında ve dış alım-satım firmalarında, yüksek çıkarlar karşılığında hiç anlamadıkları işlerde ve hiç çalışmadan görev alan ve aç gözleri hiç doymayan yaşlı kişilerin aydın olduklarını söylemelerinden utanmaları nasıl gerekirse, bu dilekçeyi yazıp imzalamak karşılığında –bugünkü yönetimin tutumunu bildiğimizden– nimet değil külfet, ödül değil ceza bekleyen bizler de kendimizi aydın sanmaktan onur duymaktayız.
Bu dilekçeyi imzalayanlar arasında salt ulusal düzeyde değil uluslararası düzeyde sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, bilimciler, hukukçular, eski bakanlar vardır. Bunlar aydın değillerse, Türkiye´de Aydın ilinden başka aydın kalmaz.”

Aziz Nesin´in mizahında “el”, somut anlamıyla emeğin, soyut anlamıyla da zekânın sembolü olarak geniş yer tutar. Bir konuşmasında Türkiye´de erkeklerin buluşmalarında hemen el ense çekmeye eğilimli olmasından başlayarak deyimlere bu kadar çok “el” sözcüğüyle soyutlama özelliği kazandırılmasına dikkat çekmiştir. “El”in üretkenliğinin gelişimiyle beynin gelişimi arasında bilimsel açıdan kurulan bağı, Aziz Nesin, öykü ve düşünce yazılarında mizahi bir dille anlatmıştır. Buna örnek olması açısından, Türkiye´de uzun yıllardır gündemden düşmeyen, günümüzde de kendileri emperyalizmin işbirlikçileri olduğu, “yabancı sermaye”ye yatırım çağrıları yaptıkları, NATO gibi insanlığın başına 68 yıldır bela olan “emperyal terörist” örgütün uşaklığını yaptıkları halde bu ülkeye ve halka temelden bağlı olanları “kökü dışarıda” olmakla karalamaya çalışanlara yeniden yanıt olacak bir yazısını aktarmak istiyorum. 4.12.1946´da TBMM´de Cemil Sait Barlas´ın, “İstanbul´da değil şu ve bu partiye mensup gazeteler hatta kökü dışarıda olan Markopaşa bile çıkıyor,” sözüne karşılık Aziz Nesin, 16.12.1946´da yayımlanan Markopaşa´nın 3. sayısında “Topunuzun Köküne Kibrit Suyu” başlıklı siyasi mizahın parlak örneği olan bir polemik yazısı kaleme alır.
“Milletvekili Cemil Sait Barlas´a pulsuz mektup.
Sayın demeye dilim varmıyor sana. Yabancı ideoloji diye bir garibe icat ettiniz. Bütün dünya size pabuçlarıyla güldü. Bugün sayenizde maskaraya dönen demokrasiyi, acaba bey pederiniz mi icat etmişti?
Yabancı sermayeye, kapıları ardına kadar açarak, kul köle oldunuz. Buna karşılık fikre ve ilme gümrük duvarları çektiniz. Bu marifetleriniz yetişmiyormuş gibi şimdi de bir kök tutturmuşsunuz: Kökü dışarıda, kökü içerde, kökü havada ve sizler gibi kökü suda… Çok muzip adamsın vesselam, nerden bulursun bu acaiplikleri?
Şu kalemi tutan elim, yeryüzünde hiçbir şey yapamamış bile olsa, seçimde sana oy vermediği için en kutsal görevini yapmış sayılır.
Neden bizim kökümüz dışarıda? Biz hürriyetin yüzüne çul mu örttük? Biz, cebimizde firar pasaportları ve sahte nüfus kağıtları mı taşıyoruz? Cüzdanlarımızda yabancı bankaların hesap defterleri mi var?
Ellerim mutludur Cemil Saat Barlas, sana oy vermediler.
Neden kökümüz dışarıda? Tapuları karımızın üzerine yapılmış apartmanlarımız mı var? Biz bu millete uşaklarımızla, dalkavuklarımızla, metreslerimizle mi bağlıyız? Biz bu vatana, apartmanlarımızın oturduğu toprak parçasıyla mı bağlıyız?
Ellerim mutlu Cemil Sait Barlas, sana oy vermediler.
Biz örneğini çok gördüğümüz, hergün kulağımıza bir haberi uçurulan dayak, yağma, talan, ölüm, zindan ve sürgün bahasına da olsa, milletin çıkarına olan gerçekleri söyleyeceğiz. Bunun için mi kökümüz dışarıda?
Ellerim huzur içinde, sana oy vermediler Cemil Sait Barlas!
Yasama dokunulmazlığının arkasına gizlenip size taş atmadığımız halde üzerimize sıçratmak istediğiniz iftiralarınız boşunadır. Millet, verdiğiniz afyonlara karşı bağışıklık kazandı, yutmuyor artık!
Bizim ne yasama dokunulmazlığımız, hatta sayenizde ne de yasal dokunulmazlığımız var. Bütün gayretlerinize rağmen millet, kökü çürük olanları da, kökü kurtlu olanları da, köksüz olanları da biliyor.
Ellerim rahattır Cemil Sait Barlas, sana oy vermediler!
Vatan, millet, namus gibi kutsal kelimelerin anlamlarıyla değil, yalnız sözleriyle milleti, en duyarlı yerinden avlamak isteğiyle, keselerine ve çıkarlarına köle yapmak isteyen ve bize kökü dışarıda diyenlerin kökleri kurusun, topunuzun köküne kibrit suyu!
Ellerim mutlu…
Ellerim… Ya sen Cemil Barlas?”
Bu siyasi polemikte görüldüğü üzere Aziz Nesin, kalemini elinin altıncı parmağı, o parmağı da mizahın güçlü oku yapan bir yazardır. Özetle:
Mizah Oklu Altıncı Parmağın Bize Yol Gösteriyor Hâlâ
Mücadele Estetiğimizin Onuru Aziz Nesin Aramızda!..

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —