Sabah erkenden yola çıkmayı hedefliyorduk, gideceğimiz ve görüşeceğimiz kişilerin yoğunluğunu düşündüğümüzde. Kahvaltı hazırlamak ve yapmak, eşyaları ve yiyecekleri yerleştirmek, tıraş olup duş almak derken yola çıkmamız 11.00’i buldu. Ailecek olunca, hele çocukla hazırlanmak daha da zor oluyor.
Önce Side’ye gittik. Yol güzergahımıza göre zamanlama yaparak Side Antik Kentini gezerken öğle sıcağına denk geldik. .Sıcakta, zor da olsa 3 saatte gezebildik antik kentin önemli yerlerini. Burada da iki koyla ve bir limanla karşılaştık. Bir koy uzun sahile, diğeri de tarihi mekana bitişikti. Burada hastane, saray, kilise, Dionysos Tapınağı, agora, bazilika, liman ve hamamdan dönüştürülmüş muhteşem bir müze vardı. Sevda, en çok bu müzeye hayran kaldı. Burada sergilenen mitolojik tanrı ve tanrıça heykelleri, kral ve kraliçe buluntuları, o günün yaşamını yansıtan figürler, kabartmalar, süs ve takı eşyaları, kap kacaklar, köleci ve feodal toplumlara dair çok şeyi anlatıyordu. Gezdiğimiz her yerden fotoğraf ve video kayıtları aldık. Özellikle bazı yerlerde tarihi mekanların üzerine köyün eski evlerini restore ederek yapılan işyerleriyle otellerin varlığından rahatsız olduk. Ancak, limanın işlevsel kılınması güzeldi. Limanın önündeki meydanda yer alan Atatürk heykelinin de estetikliği dikkatimizi çekti.
Kimi tarihi alanların üzerine cam korumalar yapılmıştı ve üzerinde turistler geziyordu. Buradaki amfi tiyatro kapalıydı, kazı devam ediyordu. Tak da işlevseldi, buradan giderken ve gelirken fotoğraf, videolar çektim. Side Antik Kentini gezerken üzüldüğümüz tek şey, Evin’imizin rahatsızlanması nedeniyle bir dut ağacının gölgesinde oturması oldu. Bizi sabırla bekledi ve iki kez telefon görüşmesi yaparak ona moral vermeye çalıştık. Evin’imizi beklediği yerden alıp ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra yola çıkıp 16.00 sularında Serik’teki Neslihan Yeter yeğenimizle bulaşabildik. Bayram Yıldız dayımın torunu olarak öksüz ve yetim büyüdüler Bayram abisiyle. Kendi yağlarıyla kavrularak bugüne geldiler. Kendisi kuaförlük öğrenmiş. Şimdi de komşu köyümüz Hanyolu’ndan Mesut Genç’le evlenmeye karar vermişler. İkisiyle esenleştikten, neler yapmaları gerektiğine dair önerilerimizi paylaşıp hediyemizi verdikten sonra kahvelerini içip Antalya’ya devam ettik.
Peki, 23 Ağustos’ta Antalya’ya gitmemizin nedeni neydi? Kısaca öğretmenin eğitsel ve tarihse rolüydü diyebilirim. 1970-1971 Eğitim-Öğretim Yılında Kışlak İlkokulu 5. sınıf öğrencisiydim. Sınıf öğretmenimiz ve okul müdürümüz Yayladağlı Burhan Emin Biçer’di. Köyümüzde ebelik yapan Fatma Hanım’la evlenmişti ve ilk çocukları Sevgi o yıl doğmuştu. Eşi göreve gittiğinde bebeği sınıfa getirir, onunla ders işlerdik. O yıl, sınıfımızdan birkaç arkadaşımızla parasız yatılı sınavlarına hazırlanmamız için bize yardım eden Burhan Öğretmenimizin, kişisel tarihim açısından bana çok önemli katkısı olmuştu. Kendisi, sümen altı edilen Düziçi İlköğretmen Okulunu kazandığıma dair belgeyi bulup Alacamağara’daki tarlamızda çift süren babamın yanına giderek kaydımı yaptırması için motive etmeseydi, benim okuma olanağım yoktu. Annem ve babamı bana verdikleri emek için nasıl sevgi ve özlemle anıyorsam, Burhan Öğretmenimi de, eğitimci-araştırmacı-yazar olarak bugünlere gelmemin yolunu açtığı için hep saygıyla yad ediyorum. Şimdi 78 yaşında olan öğretmenime sağlıklı ve uzun ömür diliyorum.
Aynı dönem parasız yatılı sınavını kazandığımız Mustafa Varışlı dostumla 2009 yazında Kışlak’ta öğretmenlerimize yemekli bir buluşma düzenlemiştik. Ertuğrul ve Meryem Gün, Yusuf Basat, Radet Cihan öğretmenlerle birlikte Burhan öğretmenimiz de katılmıştı. Köyümüzün nitelikli insanlarından onlarca kişiyle buluşan öğretmenlerimizle çok güzel bir akşam geçirmiştik. Bu buluşmaya gazeteci ağabeyimiz Kubilay Aksay da katılmış ve izlenimlerini çok etkileyici biçimde kaleme almıştı. Şimdi aramızda olmayan Mustafa Varışlı ve Kubilay Aksay dostlarımızı, saygı ve özlemle anıyorum. 16 yıldır kucaklaşamadığımız Burhan Öğretmenimle ve ailesiyle buluşmak üzere Antalya’nın yolunu tutmuştuk. Akşam evlerinin önünde olduğumuzu telefonla haber vermem üzerine Öğretmenim kapıya çıktığında kucaklaştık. Ardından eşi Fatma Hanım ve kızları Sevgi’yle kucaklaşıp esenleştik. Çok güzel düzenlenmiş bu villa evin havuzlu bahçesinde sohbete koyulduk. Hocama “Hatay ve Deprem Gerçeği” kitabımızı imzalayıp verdim. Sağ olsun Sevda da fotoğrafla kayda aldı. Bu fotoğrafın altına şu notu yazarak Kışlak whatsapp grubu başta olmak üzere ilgili arkadaşlarımla paylaştım. “Sevgili Kışlak halkı merhaba. 1967’de köyümüze ilk atanan Ebe Fatma Hanım’la daha sonra Kışlak İlkokulu Müdürlüğü de yapan ve bizim 1970-1971 Eğitim-Öğretim Yılında 5. sınıf öğretmenimiz olan Burhan Emin Biçer’i Antalya’da ziyaret ettik. 55 yıl önceki anılarımızı tazeledik. Hepinize selam ve sevgilerini gönderdiler.” Bu notuma ve fotoğrafa köyün şimdiki muhtarı Yusuf Çetin şu notu ekleyerek grupta yayınladı: “Müslüm Kabadayı Hocamız, ahde vefa örneği göstermiş. Kendisine Kışlak adına ve kendi adıma şükranlarımı sunarım.”
Burhan Öğretmenimiz, Antep Öğretmen Okulu’ndan 1966-1967 Eğitim-Öğretim Yılında mezun olmuş. Biz Düziçi^ndeyken Antepli arkadaşlar da vardı, ayrıca orada Öğretmen Okulu olduğunu duymamıştım. Bunu 30 yıl önce Antakya’da tanıştığım Hassa Akbezli Duran Yaşar Ağabey’den öğrenmiştim. O da oradan mezun olduktan sonra Kandıl (Arslanyazı) köyümüzde öğretmenliğe başlamış. Hemen kendilerini telefonla tanıştırdım, ortak tanıdıklarından söz ettiler. Duran Ağabey iki dönem önce mezun olmuş. Doğrusu, bugüne kadar sevdiğim insanlarla bilgi, deneyim ve ilişkilerimi paylaşmaktan bugüne kadar hep mutluluk duydum.
Fatma Hanım, Bayırbucak’tan Kırıkhan’a yerleşen bir ailenin çocuğu olarak yetişmiş ve Antakya’daki Sağlık Meslek Okulundan mezun olunca ilk göreb yeri olarak Kışlak’a atanmış. Kışlak o dönemde nahiye olduğundan, bağlı olan köylere de hizmet vermiş. Köyün bekçisi olan babam Hüseyin Kabadayı’yı saygıyla andığını, çünkü uzak yerlere doğuma gittiğinde kendisine eşlik ederek koruduğunu söyledi. O dönemdeki kadınların durumunu, köylülerin sağlık bakımından eğitimini, tanık olduğu özgün olayları bizimle paylaştı. Kendisinin ilginç anılarından yazılabilecek çarpıcı öyküler olduğunu belirtmeliyim.
Sevgi Hanım, 1970 doğumlu olduğuna göre, öğretmenimiz bazen kundakta sınıfımıza getirir ve onu masanın üzerine koyarak ders anlatırdı. Bundan söz ettiğimde sevindiler. Ben Trabzon’da öğretmenlik yaptığım zamanlar, kendisi de KTÜ Orman Mühendisliğinde öğrenciymiş. Ressam arkadaşım Adil Salih’le tanışıyorlarmış. Oradan arkadaşı olan kişiyle evlenmişler ve Masal adındaki büyük kızları şimdi Çankaya Üniversitesi Endüstri Mühendisliğinde okuyormuş. Onunla da Ankara’da tanışacağız...
Burhan Öğretmenimiz 12 Eylül’de Yayladağı’nda işkenceci Hüseyin Çay tarafından zulmedilmiş, onlarca öğretmen gibi. Gözaltındakilere iyi davranan, şeker veren bir askeri de sırtından vurdurarak öldürdüğünü dile getirdiler eşi Fatma Hanım’la. Bu olayı duymamıştım. Hüseyin Çay adının Yayladağı’nda çok kötü olaylarla anlatıldığını ve sonunda başka yerde öldürüldüğünü duymuştum. Kendisini hiç görmedim. 24 Şubat 1982’de Kışlak’tan beni bir grup askerle göz altına alan Yayladağı Merkez Karakol Komutanı Başçavuş Cumhuriyet okuyordu. Onun da, Hüseyin Çay’ın benden haberi olmasın diye hemen Antakya’ya silahsız bir askerle beni göndermesinden, halka kan kusturduğunu anlamıştım. 45. yıl önce ülkemizde gerçekleşen askeri faşit darbenin büyük yıkıma yol açtığını ve ülkemizin geleceğini kararttığını bugün daha iyi anlıyoruz. O dönemde kaybettiğimiz tüm eşitlikten ve özgürlükten yana insanları saygıyla anıyoruz.
Burhan Öğretmenim, “Yayladağlı TÖB-DER üyesi olan dört kişiydik. Ertuğrul Gün, ben, Şerafettin Dertsiz ve Ahmet İlhan. Başkan, dışardan gelen bir arkadaşımızdı ama adını hatırlayamıyorum.” dedi. Yayladağı’nın sınıfsal ve ekonomik yapısıyla ters bir ideolojik-siyasal yapısı oluştuğundan, sömürü ve cehalete karşı toplumsal kurtuluş ve aydınlanma için mücadele edenler, burada hep baskı ve zorluklarla karşılaşmışlardır. O nedenle bu ilçemizden yetişen aydınlar, sosyalistler daha sağlam olmuşlardır.
Geç saate kadar anılarımı tazeledik, ülke ve kendi gündemlerimize dair söyleştiik. Sabah Hatay mutfağını aratmayan kahvaltımızı yaptıktan sonra Burhan Öğretmenimize ve Fatma Hanıma incelikleri için teşekkür edip kucaklaştık, yolumuza koyulduk. 18 km mahalle ve köylerin arasından geçerek Çadır Tepesi eteğine geldiğimizde, genç bir çift yolda yürüyorlardı. Onları da arabımıza alarak Karain Mağarası’nın girişine geldik. Burada da öğretmen kartlarımız işimize yaradı. İhtiyaçlarımızı giderdikten sonra yaklaşık 500 merdivenlik yolu yürümeye başladık. Sevda bu duruma sitem etti tabi. “Buraya bir teleferik yapsalar, özellikle zorlanan yaşlılar ve çocuklar daha çok ziyarete gelir.” düşüncesini bağırarak dile getirdi. Yerden göğe kadar haklıydı.
Karain Mağarasına gidip gelirken gördüğümüz kayalık ve bitki örtüsü bizim yöreye çok benziyordu. Toroslar ile Amanoslar’ın doğal bağlantısı, tarihsel gelişmeler bakımından da ilişkilenilebilir mi? Bu konu üzerinde ayrıntılı düşünmedim ve ciddi bir araştırma da yapmadım ama bugüne kadar okuduklarım, gördüklerim ve yazdıklarımı gözümün önüne getirdiğimde böyle bir bağ kurabileceğimizi varsaydım. Çukurova-Amik, Toroslar-Amanoslar bağlantısını yazılarımda birkaç kez betimlemeye çalışmıştım. Şimdi bunu bilimsel verilerle destekleyerek geliştirmem gerekiyor. 200 bin yıllık insan fosilleri bulunan Karain’i gezerken kazı yapan genç arkeologlara merakımı gidermek için, “Burada fosilleri bulunan Neansertel ve Homo Sapiensin çiftleşmesinden oluşan bir fosil bulundu mu?” diye sordum. “Bunların fosilleri farklı tabakalarda bulundu, dolayısıyla böyle bir fosile şu ana kadar rastlanılmadı.” yanıtını verdiler. Bu iki insan türünün bizim coğrafyamızda da çiftleşmiş olabileceğini ve bir gün Toros ve Amanoslar’daki mağaralarda fosillerine rastlanacağını düşünüyorum.
Navigasyona Perge Antik Kenti yazdırdığımız Evin kızımızın yönlendirmesinde kestirme yoldan geldik. Aksu kentinin içinden geçip amfi tiyatronun sağındaki parka arabımızı bıraktıktan sonra şapkalarımızı giyip çantamıza suları koyup gişeden öğretmen biletlerimizi alarak içeri girdik. Zamanı verimli kullanmak durumundaydık. Önce stadyum kısmını gezdik. Burada at yarışlarının yapıldığı alan ve farklı düzeneklerde müştemilat vardı. Aklımıza gladyatörlerin kralların keyfi için nasıl buralarda harcandığı geldi. Perge, bilim ve sanatın gelişmesinde önemli rol oynamakla birlikte köleci ve feodal dönemin izlerini taşıyordu. Agorası, tapınakları, Hadrian Kapısı, hamamları, tiyatrosu, kuleleriyle kentin mimarisi belleğimize kazındı. Yazıtların olduğu bölümden tek tek fotoğraflar çekindik.Tapınak-kilise kültürü tüm antik kentlerde olduğu üzere öne çıkarılmış. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz sanırım: Sınıflı toplumun oluşması ve kentleşmenin başlamasıyla birlikte devlete egemen sınıf, agora-bazilika-tapınak arasındaki mekansal ve hiyerarşik ilişkiyi de geliştirmiş.
Perge Antik Kentini gezerken zamanımız daraldığından Sevda ve Evin’e, “Perge’de pergelleri açmazsanız Aspendos’un kapıları yüzümüze kapanacak.” dedim. Gittiğimiz tüm antik kentlerde olduğu gibi arkeologlar, burada da kazı yapıyorlardı. “Kazı bölümüne girmek yasaktır!” uyarıları vardı. Buradaki incir ağaçları dikkatimizi çekti ve hamam bölümünde Evin’imizin konuştuğu Londra’dan gelen turist kızlarla burada da karşılaştık. Onlar incirin ne olduğunu merak ediyorlardı. Sevda ve Evin onlara açıklama yaparken, uzanabildiğim daldan kopardığım birkaç inciri onlara kabuklarını soyarak verdim. Yedikten sonra beğendiklerini söylediler. Onlarla vedalaştıktan sonra arabımıza binip Aspendos’un yolunu tuttuk. Bu kez Serik’i geçip içe doğru ilerleyerek Aspendos Antik Tiyatrosunun bulunduğu yere geldik, arabamızı uygun yere park ettikten sonra işimize yarayacak malzemeleri yanımıza alarak hızlıca gişeye yetiştik. Bir saatlik zamanımız kaldığını ve gişeden 5 dakika içinde geçmezsek gezemeyeceğimizi söylediler. Hızla işlemleri yapıp içeri gidik ve ne yazık ki bizden sonraki iki aile kapıda kaldı. Anfi tiyatronun ön tarafı korunaklarla çevrilmiş ve görevliler etrafta dolaşıyrdu. “Nedir bu durum?” diye sorduğumuzda, “Saat 21.00’de Anadolu Ateşi’nin burada gösterisi var. İçerde prova alıyorlar.” yanıtını aldık bekçiden. Gezimize oradan başlamaya karar verdik. Sahnede gösteride rol alan onlarca sanatçı vardı. Onlar düzenlerini alırken biz tribünlere çıktık. Değişik açılardan fotoğraf ve videolar çektik, çekindik. Işıklandırma vd. teknik hazırlıklar devam ederken provaya başlayan sanatçıları daha sonra izlemek üzere antik kente geçtik. Bu bölümde bir yandan kazılar yapılıyor, diğer yandan ziyaretçiler agora, kilise, bazilika, hamamlar ve meclis binasını geziyordu. Bizim önümüzde Rus bir ekip vardı. Zaman zaman meraklarımız ortaklaştığı için fotoğraf ve videolarımız da ortaklaşıyordu. Bazı yerlerde mozaiklerle, kabartmalarla, hatta kitabelerle karşılaşıyorduk. Buradaki meclis binası görkemli görünüyordu, o dönemdeki işleyiş ve çalışma tarzı, çıkarılan kanunlar veya alınan kararlar neydi? Bunlarla ilgili bir bilgim yoktu. Bu eksikliği gidermem gerektiğini fark ettim. Patara’dakiyle bağlantısı var mıydı? Benzeşen ve farklı olan yönleri üzerine de araştırma yapmalıydım. Kapanma saati yaklaştığı ve bekçiyi zor duruma düşürmemek için biz dağ keçileri gibi kestirmeden hızla ilerledik. Kapya geldiğimizde Anadolu Ateşi’nin gösterisini izlemek üzere gelenlerin içeriye alındığını gördük. Biz de anfi tiyatrodaki yerimizi aldık. Ne yazık ki burada da protokol bölümü ayrılmıştı ve oradaki taşların üzerine minderler konulmuştu.Yaklaşık 2000 kişilik bir izleyici topluluğu vardı ve bunların önemli bir kısmı bölgede yaşayan ya da otellerde kalan yabancılardı. Gösteriyi baştan sona pürdikkat izlediler ve alkışlarıyla beğenilerini gösterdiler. Özellikle son bölümdeki davul gösterisindeki müziğin ritmine çok uyumlu biçimde herkesin alkışlarıyla eşlik etmesi, müziğin evrenselliğini ortaya koyuyordu. İki saat boyunca sahne sanatlarının tüm olanaklarının kullanılması, özellikle Aspendos’un tarihsel, kültürel atmosferine uygun 3 boyutlu görsellerle canlandırmaların yapılması, bunların oyunlarla ilişkilendirilmesi de takdire değerdi. Birkaç yerde uyum sağlanamamıştı, o da “kadı kızı” meselesiydi.
Aspendos’ta iki saatin nasıl geçtiğini anlayamadık. Sabahtan beri ayakbaşı olmamıza, sıcakta tarihi ve doğal mekanlarda koşturmamıza rağmen dinlenmiş bir kafa ve bedenle ayrılırken sahneye gelen Mustafa Erdoğan’la Evin’imiz de fotoğraf çekinmek istedi. 12 yaşındaki kızımızın aklında kalan söz ise, Mustafa Erdoğan’a “Mustafa amca!” diye seslenenlere, “Mustafa abi diyenlerle fotoğraf çektiriyorum!” demesiydi. Bu estetik gösteriye emek veren tüm sanatçıları ve o mekanda çalışanları kutluyoruz.
Odağında Burhan Emin Biçer Öğretmenimizin bulunduğu bu iki günlük ziyaret-gezi-gözlem etkinliğimizin gerçekleşmesinde “öğretmenin rolü”nü umarım anlatabilmişimdir.