Duygu ve düşüncelerin, zaman ve mekanla diyalektik bağı üzerine hep kafa yormuşumdur. Düşünsel ve yazınsal metinlerimde bu konuyla ilgili duygu, düşüncelerimi birkaç kez dile getirdim. Dolayısıyla doğrudan konuya girmek istiyorum.
11 yaşındaydım Düziçi İlköğretmen Okulu’nu kazandığımda. İlkokul 5. sınıfta girdiğimiz parasız yatılı sınavına Hatay, Adana, Maraş, Antep illerinden binlerce öğrenci katılmıştı. Hatay’ın en yoksul ve dağlık bölgesi olan Yayladağı ilçesinden o yıl sınavı iki arkadaş kazanmıştık. Ben Kışlak’tandım, diğer arkadaşım Kösrelik köyünden Sabit Kalabas’tı ve onun babası eğitmendi. (Ne acı ki 6 Şubat depreminde kendisini Antakya’da kaybettik. Işıklar içinde yatsın ve yıldızlar yoldaşı olsun.) Sabit’le sınavlar sırasında babalarımız aracılığıyla tanışmıştık. Okul döneminde ve daha sonraki yıllarda arkadaşlığımız sürdü.
Düziçi İlköğretmen Okulu’na dört il dışında başka yerlerden değişik nedenlerle gelen öğrenciler de vardı. Zamanla onlarla da yakınlaşıp arkadaşlık, dostluk kurduk. Kentteşlik, kişilik, yetenek, ilgi odakları vb. nedenler arkadaşlık, dostluk kurmamızın niteliğini ortaokul dönemimizde ortaya koyarken, lise dönemimizle birlikte politik tercihlerimiz belirleyici olmaya başlamıştı. Özellikle 1975-1976 Eğitim-Öğretim Yılı’nda I. MC (Milliyetçi Cephe) iktidarı tarafından “Öğretmen Okullarının Öğretmen Lisesine Çevrilmesi Kararı”nın uygulamaya konmasında MEB İlköğretim Genel Müdürü olan faşist Ayvaz Gökdemir’in aktif görev aldığını biliyoruz. Ancak, şunu da biliyoruz: Öğretmen yetiştirme geleneğimizin çok değerli kurumlarından birini tasfiye etmeyi amaçlayan bu kararın alınmasını öneren 9. Eğitim Şurası da 1974’te CHP’li Mustafa Üstündağ’ın Milli Eğitim Bakanı olduğunda yapılmıştı. Bu gerçek, böyle bir karar alınmasının kapitalist devletin, sermaye sınıfının bir tercihi olduğunu bize gösteriyor.
Yanlış anımsamıyorsam, bizler için “yıkım” olan bu karar, 1975-1976 Eğitim-Öğretim Yılının I. Dönem sonuna doğru uygulamaya konmuştu. Okul öğrencilerinin üçte ikisi bu karara karşı harekete geçmişti. Ayvaz Gökdemir ekibinin okulumuz müdürlüğüne atadığı Bilal Öztürk ve çevresine topladığı eli silahlı, zincirli çete dışındaki öğrenciler, veliler ve yerel halk ayağa kalkmıştı. Yüzlerce öğrenci günlerce Haruniye başta olmak üzere bu eyleme sahip çıkan çevredeki köylülerin evinde, gündüzlü arkadaşlarımızın yanında kaldı. Gündüzleri Haydar Algan’ın sinemasında buluşup durum değerlendirmesi yapılır, öğrencilerin yemek vd. Ihtiyaçları giderilirdi. Hiç unutmuyorum, bir gün toplandığımız sinema salonunda bizi ziyarete CHP Adana Senatörü olduğu söylenen Hayri Öner geldi. Öncü olan arkadaşlarla tokalaşıp esenleştikten sonra sahneye çıkmış ve bize hitaben konuşmuştu. Sorunumuzla ilgili tuttuğu notları TBMM’ye taşıyacağını ve bu kararın iptali için mücadele edeceğini söylemişti. Umutlanmıştık doğrusu yanlış hesabın Bağdat’tan döneceğine dair. Yıllar sonra Ankara’da Sıtkı Öner Ağabey’le tanıştım. Kendisi 1970’lerin ikinci yarısında kurulan Pol-Der’in öncülerindendi. Bir ara Genel Başkanlık da yaptığını söyleyen Sıtkı Ağabey’in, Hayri Bey’in kardeşi olduğunu öğrendiğimde hem şaşırmış hem de sevinmiştim. Yanılmıyorsam Toroslar’a Sivas İmranlı’dan göçerek yerleşen Koçgiri aşiretinin evlatları olan Öner’lerden bürokraside önemli görevler yapmış aydın insanların olduğunu Sıtkı Ağabey’in anılarını dinleyerek öğrendim. Bir kısmını da yüz yüze tanıma olanağı buldum.
Yaklaşık 50 yıl önceki bu direnişte öne çıkan arkadaşlarımızdan biri de Reyhanlılı Ali Biçer, diğeri de Elbistanlı Ali Bugün’dü. O dönemde “ayrılmaz iki Ali” olarak dikkat çekmişlerdi. Bizden bir sınıf üstteydiler yanılmıyorsam, onlardan bir üstte de Şenköylü Kerim Dönmez arkadaşımız vardı. Bu direniş sırasında onlarla dayanışmamız, dostluğumuz güçlenmişti. 15 günü aşkın okul dışında süren direnişimiz, devreye ara tatilin girmesiyle bölündü. Okul idaresi birçok öğrencinin velisine uyarı mektupları göndermiş, mekanları yakın olanlar gelip çocuklarına baskı yaparak eylemden vazgeçirmişler, idareye dilekçe vererek derse başlamalarını sağlayanlar da olmuştu. Eylemin kitleselliği ve kamuoyundaki etkisi aylar geçtikçe azalmıştı. İkinci dönem birçoğumuz derslere başlamıştık. Ali Biçer arkadaşımız ilk ceza verilenlerdendi ve okuma hakkını kullanabilmek için Danıştay’a dava açmıştı. Benim gibi çok sayıda öğrenci de başka okullara sürülmüştü. Muhittin Çiftçi arkadaşımla ben Çanakkale Erkek Öğretmen Lİsesi’ne, Şaban Kabagil arkadaşımız da Gökçeada Atatürk Öğretmen Lisesi’ne sürgün edilmiştik. 1976-1977 Eğitim-Öğretim Yılı’nı sürgün gittiğimiz okullarda zor koşullarda tamamladık. Muhittin’le bu vesileyle Gökçeada’ya giderek Şaban arkadaşımızı ziyaret etmiş, o zamanlar çok sayıda Rum’un da yaşadığı adanın doğal ve toplumsal zenginliğini keşfetme olanağı bulmuştuk.
Ali Biçer, Düziçi’ndeyken parlak öğrencilerden biriydi. Güzel şiir okurdu, törenlerde konuşurdu. Yanılmıyorsam 1973-1974 Eğitim-Öğretim Yılında Kültür ve Edebiyat Kolu Başkanlığı yapmıştı. Bu eğitsel kolda (Şimdi kulüp deniliyor.) sınıfımızı temsil ettiğimden toplantı ve etkinliklerde daha çok bir araya gelmiştik. Düziçi İlköğretmen Okulu adına her yıl bir sayı olmak üzere Bilge adlı bir dergi yayınlanırdı. O derginin mutfağında Ali’yle birlikte olduğumuzu anımsıyordum. Yanılmadığımı, aradan 50 yılı aşkın zaman geçtiği halde, kendisiyle 12 Ağustos’ta Kaş’ın Ağulu köyünde kardeşi Yasemin’in yanında buluştuğumuzda teyit ettim. Ha, şunu da not düşmeliyim; bu derginin tüm sayılarının Harbiyeli arkadaşımız Hamza Güzelyüz tarafından derlenerek ulaşıma açıldığını söyledi Ali. Bana da linkini gönderme sözü verdi. Üzücü olan şu ki, Hamza Öğretmeni, 6 Şubat depreminde kaybettik. Bu büyük yıkımda kaybettiğimiz tüm canlar gibi onu da anıyoruz.
Bu yıl eşim Sevda ve kızımız Evin’le benim daha önce göremediğim Muğla-Antalya arasındaki kıyılardaki koy ve tarihi mekanları birlikte gezme kararımızın gereği olarak Kaş’a gelmiştik. Buranın küçük ama turizm açısından hareketli bir yer olduğunu bilirdik, gelip giden arkadaşlardan. Doğasının bozulmaması için yürütülen mücadelelerle basın yoluyla kamuoyuna da yansımıştı. Özellikle bu coğrafyayla ilgili çok özenli araştırmalar yapıp fotoğraflarla besleyerek yazılar kaleme alan Yusuf Yavuz’u burada saygıyla anmak isterim. Kaş’a, sabah Kalkan’da denize girdikten sonra gelirken, keskin virajlı kıyı şeridini pürdikkat takip etmiş, bazı koylarda uzun araç konvoylarına tanık olmuştuk. Kaputaş, Seyrekçakıl, Akçagerme plajları bizi görüntüleriyle büyüledi. Akçagerme’de oturup kahvaltımızı yapabildik. Belediye tesisi olarak fiyatlar uygundu. Yalnız denize giremeden Kaş’a geçtik ve aracımızı park ettikten sonra insülinlerimin bozulmaması için bir dondurmacı arkadaşın buzdolabına koyduk. Bu uzun gezi sırasında sevindiğim önemli şeylerden biriydi ilaçlarımın soğuk zincirini bozmamak.
Yorgunluğumuzu ve susuzluğumuzu gidermek için Küçük Çakıl Plajı’nın yan tarafındaki ağaçlıarın altında serinledik. Bu bölgede benjamin ağaçları sıcakta hemen imdada yetişiyor. Denize bakan noktada tarihi gözümüze tutan bir anıt mezar ya da lahit vardı. Fotoğraflama yaptıktan sonra altındaki kayalıklara inerek denizin serin sularına elimi uzattım. Sonra yan taraftaki güzel koyun fotoğraflarını çektim. Bir süre kayaya oturup karşıdaki adayı ve teknelerin yolcu taşıdığı Limanağzı Plajı’nı gözlemledim. Kızımız Evin’le Sevda’nın yanına gittiğimizde orta yaşlı bir kadınla konuşuyorlardı. O da Çanakkaleliymiş ve buraya kızının peşinden gelmiş. Yakında düğünleri varmış. “İstanbul’dan sonra buralarda nasıl yapar benim kızım?” diye kaygılanıyordu. Nişanlısı turizmciymiş, “Onlar başının çaresine bakar, sen kaygılanma!” diyerek teselli vermeye çalıştık. Oysa birçok yerde gördük, turizm sektöründe çok sayıda ucuz işgücü olarak gençler çalıştırılıyor. Üstelik yaz döneminde uzun süreli... Emek sömürüsünün en çok olduğu alanlardan biri, örgütlü işçi çok az çünkü.
Hep birlikte kentin merkezini gezmek üzere hareketlendiğimizde adalara turist götüren şirketlerle karşılaştık. Az önce kayalıklardan izlediğim adanın adı Meis’miş ve Yunanlılara aitmiş. Uzaklığı kıyıdan 2 km yoktu sanırım. O günkü sabah seferini kaçırmışız. Bize bir sürü masraf çıkardılar. Kişi başı 25 Avroluk yol parası dışında çıkardığı anlamsız masraflar nedeniyle ertesi gün gitme planından da vazgeçtik. Yoksa yeşil pasaportlarımız yanımızdaydı.
Sevda, kentin meydanını gezdikten sonra şu cümleyi kurdu:”Burayı yıllar önce görmüştüm. Kalkan küçük bir köy gibiydi, şimdi orası büyümüş; Kaş ise yerinde saymış.” Benim karşılaştırma yapma durumum yoktu ama böyle yerlerin yapılaşma ve nüfus açısından büyümesinin doğru olmadığının gittiğimiz her yerde doğanın delik deşik edilmesinden, plajların oteller ve beachler tarafından işgal edilmesinden anlamak mümkün. Diğer yerlerde görmediğimiz kadar burada turistin olması, belki de fazla bozulmamasındandı. Kentin merkezindeki anıtsal ağaçlar ve anıt mezar, değişik dönemlerin mimari özelliklerini yansıtan evler görülmeye değer. Biz, zamanla yarıştığımız için Kaş çevresindeki antik kentleri, Kekova’yı, Fellen gibi yaylaları gezemedik. Çünkü akşam Ali Biçer’i görmeye gitmemiz söz konusuydu. Güneş sırtımızı yalarken Kaş’a yukarıdan bakan yolu tırmanarak Ağulu köyüne vardığımızda Ali’yle kırk yılın özlemiyle kucaklaştık. Sevda ve Evin’le tanıştılar. Eve girdiğimizde Yasemin’le kucaklaştık. Onu da kırk beş yıldır görmemiştim. Ağaran veya dökülen saçlarımız dışında genel özelliklerimizi koruyorduk, hemen birbirimizi hatırladık. Evde, Burdur’dan gelen yeğenleri Ayşe ve onun kızı Zehra da vardı, tanıştık. Kendilerine kitaplarımdan imzalayıp verdim. Kızımız Evin’le Zehra’nın anlaşıp verimli zaman geçirmelerine de sevindik.
Yemekten sonra koyu sohbete daldık. 1977-1980 arası Antakya’nın politik atmosferinden anılarımızı paylaştık. Hürriyet Caddesi’nde bulunan sosyalist örgütümüzden Silahlı Kuvvetler Caddesi’ndeki TÖB-DER’e, o dönemin sinemalarında gerçekleştirilen konser ve tiyatrolara değindik. Âşık İhsani’yle Şah Turna’yı ilk kez Antakya’da görmüş ve dinlemiştim. Yanılmıyorsam Seçkin Sineması’ndaydı. İyi ki güçlü hafızamızı besleyen fotoğraf ve video kayıtlarımız var, diye düşünüyorum şimdi. Depremle birlikte yerle bir olan o tarihi ve kültürel mekanlar, anılar... Daha fazla tuşa basamıyorum artık bu noktada...
Esas merak ettiğim konuyu sordum Ali’ye. Ne yazık ki şiir, öykü, roman vd. edebi türlerde yazmadığını söyledi; oysa kalemi güçlüydü. Teyze çocuğu olan Arif Berberoğlu dostumuz bu anlamda çok başarılı şiir kitapları yayınladı. Rusçadan çevirip yayınladığı çok değerli kitaplar var. Kendisini de sohbetimizde andık, çekindiğimiz fotoğrafları onunla paylaştık. Ali’nin umarım defterlerde, dosyalarda saklı edebi-sanatsal metinleri vardır.
Yasemin emekli olduktan sonra Ağulu köyüne yerleşmiş. Buradaki köylülerle iyi ilişkiler geliştirmiş. Sevda’yla köyde hazırladığı kışlıklardan, özgün yiyeceklerden konuştular. Eşim de doğal yaşamı ve doğadan toplanan besinler, otlarla yemek yapmayı çok sevdiği için iyi anlaştılar. Kaş çevresinde gördüğümüz mermer ocaklarından birine de bu köyde tanık olduk. Yörenin dokusunu bozan bu ocakların yenilerine izin verilmemesi gerektiğini, çevreye yayılan toz, gürültü kirliliği üzerinden vurgulamak isterim.
Sabah mükellef döşenmiş sofrada kahvaltımızı yaptıktan sonra bahçeye çıktık. Ali’nin “kızlarım” dediği iki köpeği vardı. Evin’imiz için bulunmaz bir olanaktı bu; evdeki kediyle oynamaktan bıkmadığı gibi bu kez köpeklerle haşır neşir oldu. Onun hayvanları sevmesinden, onlarla oynamasından memnunuz ama her hayvana hemen dalmasından da kaygılanıyoruz doğrusu.
Evet, doğada biz canlılar için her şey zamanla ve mekanla bağlı olarak biçimleniyor. Yolcu yolunda gerek, dendiği üzere biz de Demre’deki Myra Antik Kentini ve onlar tarafından yaptırıldığı bilinen “Mucizelerin Azizi” veya “Noel Baba” olarak söylenen “Aziz Nikolaos Anıt Müzesi’ni görmek, gezmek üzere yola çıkmamız gerekiyordu. Ali ve Yasemin arkadaşlarımıza konukseverlikleri için teşekkür ettikten sonra kucaklaşıp vedalaştık. Her buluşma, ayrılığı da bağrında taşır misali yeni tarihsel, kültürel ve doğal güzellikleri görmek üzere yola koyulduk.