Çocuktum. Babamın fırınına uzun zamandır görmediği bir arkadaşı gelmişti. Hasretle kucaklaştılar. Birbirlerine hal hatır sordular. Çoluk çocuğun, hanımların sağlık durumlarını “hamd olsun” ifadeleriyle başlayan cümlelerle açıkladılar. Babam arkadaşına İstanbul’da ne iş yaptığını sordu. Arkadaşı: “Kapalıçarşı’da ‘sahtekârım’, bir atölyede çalışıyorum” deyince gözlerim yerinden uğramıştı ama babamın şükürlü, memnuniyet içeren ifadeleri, ortada bilmediğim bir gerçek olduğunu sezdiriyordu bana. Sorularımı sormak için bu adamın gitmesini sabırsızlık içinde beklemeye başladım.
Vedalaştılar. Babamın dizi dibine çöküp sordum hemen. Sahtekâr kötü bir şey değil miydi? Babam gülümseyerek insanların günlük hayatta kullanmayacakları çok değerli bazı takıların tıpkısını daha ucuz malzemeden yaptırıp takındıklarını, bu işi yapanlara Kapalıçarşı’da sahtekâr dendiğini, bu işi iyi yapanın çok itibar gördüğünü ve iyi kazandığını anlattı.
Daha sonraları imitasyon adını aldı ve seri üretim nedeniyle çok ucuza mal edilmeye başlandı. Babamın o arkadaşı işsiz mi kaldı, kim bilir?
Sahtekâr sözcüğü hayatımıza girdikçe kiri pasağı da arttı. Süte su katanlardan, kaşara patates katanlara; at ve eşek etinden sucuk pastırma yapanlara; ünlü firmaların ürünlerinin çakmasını yapıp aynı fiyata satmaya çalışanlara, una beyazlatıcı katanlara, kanserojen tüm katkıları Latince ya da formülleriyle yazıp sıradan insanı bir daha kandıranlara; bal diye glikoz şurubu satanlara, soya kıymasını kuzu eti diye yutturanlara alıştık, alıştırıldık.
Her siyasi partinin vizyonu var. Geleceğe yönelik hayalleri ve ulaşmak istediği hedefleri bir başka deyişle.
Her siyasi partinin bir misyonu var. Başka bir deyişle temel amaçları, topluma sağlamayı hedeflediği katkıyı ifade eden görevleri…
Her siyasi partinin bir pozisyonu var yani toplumsal durumu, yeri var.
Vizyon, misyon ve pozisyon sahtekârlığı yüzünden koca ülke uçuruma mı gidiyor? Yoksa ben mi abartıyorum?