Fransa dendiğinde ilk akla gelen yazarlar Balzac, Dumas, Zola, Hugo. Sen nehrinin kıyılarında ressamlar ve Eyfel kulesi, Notre Dam de Paris... Son derece estetik olan Paris opera binası ve Bastil zindanına yürüyüş yapan halk yığınlarının resmi.
Aslında Fransa yolculuğuna, İtalya Napoli’den vapurla başlayıp, Akdeniz üzerinden Marsilya’ya vapur yaklaştığında kıyıdaki İf şatosunu yakından görmek gerek. Neden, Aleksander Dumas’ın ölümsüz eseri Monte Kristo Kontu romanının kahramanı Edmond Dantes’in güzel nişanlısı Mersedes'i gemide işçi olarak çalışırken, zengin kuyumcu, güzel Mersedes’e göz koyar.
Sonuç Dantes’e tuzak kurarlar ve tam nişan gecesi polis tarafından tutuklanır. Ve tarihi zindan İf şatosuna kapatılır. Buraya girenin buradan ancak cesedi çıkar. Aleksander Dumas’ın Monte Kristo Kontu, kitabı dünya edebiyatının önemli bir klasiğidir.
Paris’i nasıl anlatalım bilmem ki... önce aydınların uğrak yeri Sen nehrine yakın kaldırım kahvelerine bakalım. Masalardan birinde oturan uluslararası bilge adam Jean Paul Sartre ve uzatmalı sevgilisi Simone De Beauvoir’la birlikte.
Sartre ağzında piposu önünde kitaplar dostlarına Küba anılarını tartışıyor. Che’den bahsederken; ’Çağımızın en inanılmaz dava adamı olarak selamlıyoruz’. Ayrıca çağın filozofu ekliyor; ’A.B.D. Sacco ile Vanzetti’yi katletti. Rosenberg’leri elektrikli sandalyeye gönderdi. Ve siyah Afrika’da devrimci önder Lumumba'yı öldürdü. Bana göre özgürlük meşalesini elinde tutan heykelin elindeki simge ölüm habercisidir’.
Şimdi Paris’teki sanat bölgesinde Moulin Rouge adını verdikleri unutulmaz Kırmızı Değirmen romanıyla simge olan bu tarihi bina bir pişmanlığın ve vicdan azabının acılarını hatırlatır.
Romanda soylu bir zengin engelli bir adam olup Paris’in sayılı ressamlarındandır. Sonra barda tanıştığı kadına aşık olur. Bir süre birlikte yaşar ve ayrılırlar. Bir gece gidecek evi olmayan kadın eski dostu ressamın evine gider. Saatlerce kapıyı çalmasına rağmen kapı ona açılmaz.
Ve yaptığı hatayı sonradan anlayan soylu ressam kayıp kadını arar ama bulamaz. Pişmanlıkla kıvranan soylu ressam sonuçta çareyi ölümde arar.
Notre Dame de Paris romanında Victor Hugo, yüz yılların eseri tarihi kilisenin çancısı Quasimodo ve Çingene kızı Esmeralda’ya olan tutkulu aşkı anlatır. Büyücü diye kırbaçlanan güzel kadını kaçırıp kilisenin ulaşılmaz tepesine taşıyan ve çirkin olan Paris’in alay edilen adamı Quasimodo. Her gün güzel Esmeralda'ya yemek taşırken tepsiye bir gül koymayı ihmal etmez. Esmeralda ile konuşurken; ’Benden korkma, ben de senin gibi bir insanım. Yalnız benim kalbim hasta‘ der.
Bir gece Esmeralda'yı uyurken seyrederken korkunç bir yüzü ve kamburu olan Quasımado umutsuzca; ’Tanrım ne olur beni baştan yaratsan’ der.
Paris’teki müzeler içerisinde Louvre müzesinin ayrı bir yeri vardır. Napolyon Mısır seferine çıkarken beraberinde pek çok arkeolog ve tarih bilimci de almış ve piramitlerde bulunan pek çok kıymetli arkeolojik eseri Paris’e taşımıştır. Özellikle 2.Ramses dönemine ait eserleri Louvre müzesinde görmek mümkündür.
Müze o kadar zengin eserlerle doludur ki, müzeden bir günde çıkamazsınız. Örneğin bir tablo çok dikkatinizi çeker, Kraliçe Marie Antoinette’in giyotine çıktığı tabloda zaman adeta donmuştur. Kraliçe başını cellata vermeğe hazırlanırken, cellat; ’Metin ol kraliçem’ der. Marie Antoinette ise son anında; ’Sefil adam, senin nasihatine ihtiyacım yok, görevini yap’ der.
Paris’in asırlık kestane ağaçlarıyla süslü cafe ve sokakları, metroları ve aşk sahneleriyle dolu Paris aşklar dünyası.
Tabii ki yolunuz 1871 komün mezarlığına düşerse, orda yatan insanlığın öncüleri ve onların yanında Türk sinemasını, dünya sinemasına taşıyan Yılmaz Güney’i anmadan geçmek olmaz. Komüncüler için ne demişti Karl Marx; ’Komüncüler gökyüzünün yıldızlarıdır. Onlar bir gün mutlaka yeryüzüne yeniden yıldızlaşarak inecekler.’
Evet Paris’in zafer takı anıtının altından geçerken şehrin Nazilerden kurtuluşundan sonra Londra’dan sürgünden dönen Genaral De Gaulle’ün halkla beraber yaptığı tarihi yürüyüşü hatırlanır.
Ama bir gerçek yazılmaz ya da söylenmez, Fransa’nın kurtuluşu için burjuvazi kendini ortaya koymadı. Yurtsever aydınlar işgale meydan okudular. Tarih bunları söylemez, De Gaulle Londra’da yaşarken, esas mücadele edenlerin isimleri yıldızlaştı.
Şimdi Paris’in en önemli sanat harikası tarihi opera salonuna gidelim. Salonun içini gezerken, son derece estetik olan localar dikkatinizi çeker. Gözünüz geçmiş dönemlere gider. Bu salonda neler sergilendi; Mısır’dan Aida operası, Şekspir’in Othello’su, Kamelyalı Kadın, Madame Camilla, Balzac’ın Vadideki Zambak, Tolstoy’un Harp ve Sulh ve Turgenyev’in Babalar ve Oğullar gibi büyük oyunlar sergilendi.
Paris operasının zenginliğini anlatmaya sayfalar yetmez. Biz Eyfel kulesine bir bakalım. Kuleye asansörle çıkıyor, sonra kuledeki kafede oturup bir şeyler içiyorsunuz. Şehri yukardan seyrederken kendinizi uçakta zannedersiniz.
Sonra sıraya girip Paris’i teleskopla seyredersiniz. Yüksek bir tepede olan Bastil hemen dikkatinizi çeker. 1789’un görkemini hatırlarsınız.
Ve bu arada unutmadan yazalım dünyanın en tarihsel sahafları Paris’tedir. Çok ilginç kitap düşmanı işgalciler Paris’in işgalinde sahaflara dokunmamış.
Ne demişti Ernest Hemingway? Paris bir şenliktir.