“Sürgün”ün kişisel ve toplumsal açıdan bende de derin izleri var, birkaç anlamda. Kişinin ya da bir topluluğun yaşadığı coğrafyadan, ailesinden-halkından koparılarak başka yere, en çok da koşulları zor ortamlara gönderilmesiyle ilgili tarih kitaplarında, edebi yapıtlarda çokça anlatılar yer alır. Bu bakımdan “zorunlu göçler”i de “sürgün” sayabiliriz. Ben ilk sürgünümü on altı yaşımdayken yaşamış biri olarak, daha sonraki dönemlerde, çalışma hayatımda iki görevden alma ve bir sürgünle karşılaşınca çok zorlanmadığımın altını çizmek isterim. Bunu örnekleyerek açıklamam gerekir.
1974’te CHP’li Milli Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ döneminde düzenlenen 9. Eğitim Şurasında kabul edilen Öğretmen Okullarının Öğretmen Lisesine çevrilmesi ve öğretmenlik hakkının kaldırılması kararı, 1975’te 1. MC (Milliyetçi Cephe) Hükümetinin İlköğretim Genel Müdürü Ayvaz Gökdemir tarafından hayata geçirildi. Ülkemizin eğitim tarihindeki öğretmen yetiştirme politikasına vurulan en büyük darbenin suç ortağıydı CHP, AP, MHP, MSP ve Güven Partisi. Kamuoyunda genel olarak MC Hükümeti sadece sorumluymuş gibi bir algı olduğu için bunu vurgulamak istedim. Oysa kararı alan CHP’li Mustafa Üstündağ ve ekibidir. Bu plgu, henüz 15 yaşındayken benim uyanışımı ve tarihsel-maddeci diyalektikle olay ve olguları, durumları değerlendirmemi sağladı diyebilirim. Olaylara bütün boyutlarıyla ve ilişkilendirerek bakmam giderek derinleşti, zenginleşti.
O kararın uygulamaya konduğu yıl lise 2. sınıf öğrencisiydim. Türkiye’deki tüm Öğretmen Okullarında bu kararın iptal edilmesi için eylemler başladı. Düziçi İlköğretmen Okulundaki yaklaşık 1000 öğrencinin 700-800’ü bu eylemlere katıldı ya da destek verdi. Eylemler boykota dönüşünce katılanların sayısı azalmaya başladı. Haberi alan aileler gelip çocuklarına baskı yaptı veya idarenin korkutmasıyla çocuğunu okula getirdi. 15 gün kadar yüzlerce öğrenci Haruniye, Yeniköy (şimdi Düziçi olan yer) ve çevre köylerde gece kalarak, gündüz de Haydar Algan’ın sinemasında toplanarak boykotu sürdürdü. Bu dönemde birçok arkadaşımız idaenin ve onların beslediği faşist öğrencilerin saldırısına uğradı. Bu da provakasyonculuğun ve emekçi halk çocuklarını birbirine kırdırmanın bu topraklarda çok eski bir sinsi politika olduğunu gösteren bir örnekti. O dönemde beni yalnız bırakmayan ve destek veren aileme, dostlarıma şükranlarımı buradan da iletmek isterim.
Benim de içinde bulunduğum 300’e yakın arkadaşımıza başka okullara sürgün cezası verildi. Birkaç arkadaşımızın okuma hakkı elinden alındı. Bu büyük travmayı atlatamayan arkadaşlarımız da çıktı doğal olarak. Andırınlı Muhittin Çiftçi arkadaşımla Çanakkale Erkek Öğretmen Lisesi’ne sürgün edildik. Orada karşılaştığımız baskı ve zorluklar, liseyi bir yıl geç bitirmeme neden oldu, çünkü okulu ikinci dönem bırakmak zorunda kaldım. Bir genç öğrencinin bir yıl ömründen, geleceğinden çalınmasının anlamını bir düşünün... O gencin iç dünyasında nelere yol açacağını, ailesi başta olmak toplumla ilişkilerinde nasıl sıkıntılar yaratacağını gözden geçirin. Ben köyde çalışarak, sıcak yuvamın desteğiyle bu travmayı en hasarla atlattığım gibi toplumu, insanları tanımak bakımından deneyim de kazandım. Hayvanlarımızı güderken çokça kitap okudum. Böyle bir kazanımım da oldu. Dolayısıyla sürgün vb. Zorluklara karşı deneyimle çalışmaya ve mücadeleye devam ettim.
12 Eylül faşizminin azgın olduğu 1982’de 36 gün gözaltında, 3 ay kadar da Mamak Askeri Cezaevi’nde kaldığımda bu deneyim çok işime yaradı. Yıl kaybetmeden çok çalışarak o yıl üniversiteyi bitirdim. Ancak güvenlik soruşturması nedeniyle 5 yıl öğretmenlik yapamadım. Bu dönemde Ankara Gölbaşı’nda Elektrik Mühendisi arkadaşım Şemsettin Dertli’yle 3 yıl çalışarak hayatımı kazandığım gibi teknik ressamlık, elektrik proje çizimi ve 2. sınıf elektrikçi yetki belgesi aldım. Bu dönemde Gölbaşı ve köylerindeki birçok yurttaşın sorunlarının çözümüne katkımız oldu. O insanlarla bağımız bugün de sürüyor. Bunların çok değerli olduğunu düşünüyorum.
1987’de Trabzon Vakfıkebir’e bağlı Yavuz Ortaokulu’nda görev başladım. Henüz üç ay çalışmışken beni güvenlik soruşturması gerekçesiyle görevden aldılar. Oysa bu köy ortaokulundaki öğrencilerle, velilerle, öğretmenlerle çok güzel ilişkiler kurmaya, verimli dersler işlemeye başlamıştım. O dönemde bana yardımcı olan okul müdürümüz Yusuf Değirmenci ile Matematik Öğretmenimiz İhsan Demirci’yi buradan selamlıyorum. Bu görevden alma kararının hukuki değil, siyasi olduğunu iddia ederek saygıdeğer avukatım Casim Sönmez Ağabey’in hazırladığı dilekçeyle Trabzon İdare Mahkemesine açtığımız davayı 3 ay sonra kazandık. Kendisi TBMM Matbaba Müdürlüğünden emekli olan Casim Ağabey, çok saygın ve adaletli bir insandı. Kendisi Yayladağı’mızın yüzakı bürokratlardan ve hukukçulardan biri olarak aramızdan ayrıldı. Onu saygı ve özlemle anıyorum. Bu ülkede tüm zorluklara, kötülüklere karşın doğrudan ve haklıdan yana tavır alan güzel insanların her zaman var olduğunu ve olacağını gösteren örneklerden biriydi. Doğal olarak bu kararı veren hakimler de. Onları da minnetle anmayı görev bilirim. “Berlin’de hakimler var.” sözünü Trabzon’dan doğrulamışlardı. Kararı alır almaz işleme koydurdum ve Ağustos 1987’de göreve başladım. Özlük haklarımı almamda bana yardımcı olan okulun katibi İsmail Kocaman’a da şükranlarımı buradan iletiyorum. Oysa kendisi o dönemin figürü Turgut Özal’a oy veren insandı. Ama iyiliğin dayanışmasını örmeyi başardığımızdan hemen sonuç almıştık.
Bu ilk görevden alınmamla ilgili iki konuya dikkat çekmek isterim. Birincisi, mahkeme kararını Casim Ağabey, kimseyle paylaşmamamı söylemişti. Sonra başıma yeni iş açılabileceği uyarısından bulunmuştu. Ona saygıda kusur etmeden bu kararın çok önemli olduğunu ve güvenlik soruşturması nedeniyle görevden alınan tüm emekçiler için örnek, emsal bir karar işlevi göreciğini belirttim. Hem Cumhuriyet Gazetesi’nde haber yapıldı hem de o yıl kurulan Eğit-Der Genel Merkezi’ne bir fotokopisini vererek davalarda kullanılmasını sağladım. Gerçekten de çok işe yaradı ve benim konumumda olan birçok arkadaş emsal göstererek görevine döndü. Bu da iyiliğin çoğaltılmasına ve paylaşılmasının güzel bir örneğiydi. İkinci boyut da şuydu, dört ay işsiz kalabilirdim. Hemen Gölbaşı’na döndüm ve Gerçek Mühendislikte yeniden çalışmaya başladım. Sevgili kardeşim Musa’yı da burada işe başlattım. Böylece ailecek Gölbaşı’nda kalmaya başladık. O zaman ev sahibimiz Emin Amca ile Fatma Teyze ve çocuklarının bizimle dayanışmasını da unutamam. Bugün bu dayanışma damarları, sermaye iktidarları tarafından kesilmiş, toplumsal ilişkiler önemli oranda bozulmuş durumda. Bizim gibi dayanışmayı büyüterek için mücadele edenlere de “ahmak” gözüyle bakıldığı bir dönemdeyiz. Bunun önüne geçemezsek, insanlıktan çıkacağımızın da farkına varıldığını görmek istiyoruz.
Trabzon’da çalıştığım 6 yıl içinde çokça anı, arkadaş, dost biriktirmenin bugün de sevincini yaşıyorum. Ankara’da yaşayan o dönemden öğrencim Osman Kara’yla dayanışmaya devam ediyoruz. Birkaç kez Trabzon’a gittim. Etkinlikler yaptık, Yavuzköylülerle yayla şenliğine katıldık. O dönemde KTÜ Makine Mühendisliği öğrencisi olan Ercüment Şahin Cervatoğlu’la bağımız hiç kopmadı, geçen yaz Fındıklı Festivaline “Emek Edebiyatı” söyleşisi yaparak dayanışmamızı harladık. Üç gün kaldığımız bu doğa harikası ilçemizle ilgili izlenimlerimi kaleme alarak kamuoyuyla paylaştım. Orada tanıştığımız onlarca Fındıklılıyla yazışmaya devam ediyoruz. Mesleki hayatımın ilk sürgünü de 1990’da burada yaşadım. Trabzon’daki İsmetpaşa İlköğretim Okulu’nda Türkçe Öğretmenliği yaparken sendikal çalışmalarımdan dolayı beni Maçka İmam Hatip Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliğine sürdüler. 6 ay boyunca Trabzon’dan oraya otobüsle gidip geldim. Oradayken İsmet Zeki Eyüboğlu’yla tanıştım. Kendisi İstanbul’dan yakınlarını ziyarete gelmişti. Onunla bir kahvede oturarak etimoloji sözlüğü üzerine konuşmuştuk. Trabzon’un Kıyı dergisini, buradaki şairleri dilden geçirmiştik. Işıklarda yatsın.
İdare Mahkemesine açtığım dava lehime sonuçlanınca eski okuluma döndüm ve aynı yıl Eğit-Sen’in kurulmasıyla Trabzon’da oluşan şubenin kurucuları arasında yer aldım. Trabzon Halkevi adına Katılım Emek-Sanat Dergisini çıkardık arkadaşlarla. O dönemde birlikte çalıştığımız ve verimli dayanışma örneği gösterdiğimiz şair/felsefeci Kenan Sarıalioğlu’nu, Orhan Şanlı’yı, Mehmet Akcelep’i, Cavit Kutanis’i, Hasan Kavzoğlu’nu, Karayolları işçisi Gültekin’i ve Mustafa Olcayto’yu burada anmak isterim. Tabi unuttuğum birçok arkadaşımız olduğunun da farkındayım. Onların da anlayışına sığınmaktan başka çarem yok.
Mesleki hayatımda ikinci görevden alınma olayını da Antakya’da yaşadım. 1993 güzünde Trabzon’dan Antakya İmam Hatip Lisesine atanmıştım. Antakya Dersanesi sahibi Mithat Zan Ağabey, o dönemde bizimle çok ilgilenmişti, eşim Hayriye hanım da MKÜ Eğitim Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak göreve başlamıştı. O koşullarda MEB’den istifa edip Antakya Dershanesinde çalışmaya başladım. Ortak çalışma alışkanlığım ve ilişki ağım vesilesiyle 1994’te Eğit-Sen Hatay Şube Başkanlığına seçildim. O dönemde işçi ve kamu emekçileri sendikalarını bir araya getirerek çok önemli çalışmalara imza attık. 1995’te arkadaşlarla İnsancıl Dergisi Antakya Temsilciliğini açtık. Kültür-sanat-edebiyat alanında yaptığımız tiyatro gösterileri, müzik dinletileri, sergiler, panel ve söyleşiler, İnsancıl Güney Bülteni vd. birçok çalışmayla çekim merkezi olduk. O yıl genel milletvekili seçimleri vardı. Oluşan seçim blokunda basın sözcülüğü yapmaya başladım. Bir grup arkadaşla kamu çalışanlarının da siyasi partilere üye olup çalışma yapma hakkını uygulamaya koyma kararı almıştık. Bu kararımızı da sendikaların gündemine soktuk. Ne yazık ki gereken desteği ve kılavuzluğu görmedik. Buna karşın ben uygulamaya koydum bu kararı. 1996’da Has Dershanesi’nde çalışmaya başladım. Hakkımda soruşturma başlatıldı. Birkaç ay süren işlemlerden sonra “siyasi partiye üye olmak”tan beni görevden aldılar. Bu kararın bedeli ağır oldu. Hem ev düzenimiz bozuldu hem de iş düzenimiz. Yeğenim Rahşan’ın adına bir kitap-kırtasiye dükkanı açarak orada sigortalı çalışmaya başladım. İki yıl sonra açtığım davayı kazanarak MEB’de göreve döndüm. Bu süreçte bana desteğini esirgemeyen güzel insan, vefalı dost Sadullah Çağlar Ağabey’e de şükranlarımı iletiyorum.
MEB’e niçin döndüğümü o dönemde kimileri anlayamamıştı. Bizler de insanız. Demir, kömür değiliz. (Kaldı ki onlar da zamanla yıpranıyor, paslanıyor.) Can taşıyoruz ve bedenimiz bir yere kadar bizi taşıyor. Miletus, halk deyimiyle şeker hastası olduğum için dershane ortamı, koşulları beni yoruyordu. MEB’e geçmemde bunun da etkili olduğunu belirtmeliyim.
Sürgün ve görevden almaların bendeki ve çevremdeki izleri çok daha ayrıntılı anlatılabilir. Bunlarla kimsenin zamanını almak istemem, şunu söylemem yeter diye düşünüyorum: İnsan, tarihsel maddeci diyalektik yöntemle hayata baktığı, haklıdan, eşitlik ve özgürlükten yana tavır aldığı zaman tüm zorluklara karşın dik durabiliyor. Bunun yaşarken hiç de kolay olmadığını yeni kuşağımızın bilmesinde yarar var. Bugün bu haklı mücadeleye dört elle sarılmamın temel nedeni de bizden sonraki kuşaklar bu çileyi, zulmü çekmemeleri isteğimizdir. Onlar, bizim filizlerimiz olup gökyüzüne doğru özgürce sürgün versinler diyedir.