Tam da bugündü.
Mevsim kıştı.
Yükseklere kar yağıyor, enginleri fırtına savuruyor, yağmur kurşun gibi iniyor, soğuk bıçak gibi kesiyordu.
Herkes, uzun kış gecelerinin tatlı uykusunda.
Peri masallarının mutluluğunda, çocuklar meleklerin kanadı altında.
Birdenbire gecenin korkunç, koyu karanlığı…
On boynuzlu, yedi başlı canavar; ağzının içinde güneş alev saçıyor, iri dişleriyle binaları kemiriyor, ayaklarıyla tepindikçe tepiniyor, elinde gürzü salladıkça deviriyor.
Tufan kopmuş gibi bir coğrafya yıkılıyor, dökülüyor…
Masallarda ki gibi.
Yer sarsılıyor…
Gök titriyor…
Deniz kükrüyor…
Dağlar yarılıyor…
Kuşlar bölük pörçük uçuşuyor.
Börtü böcek korunacak yer arıyor.
İnsanlar mı?
Bir iş gelmedi elinden, dilinden, belinden…
Yerinden bile kalkamadı.
Nazım’ın Erzincan Depreminde ki şiir dizeleri gibi.
Uyanıp kaçamadılar/ kuş olup uçamadılar. / Açıldı kayalar inemezler/ Erzincan atları rahvandır/ Ama ölüler ata binemezler.
Başına çöktü evi.
Moloz yığınlarının, beton artıklarının içinde can verdiler.
Aradan iki yıl geçse de acı; dündü, bugündü, yarındı…
Geride kalanlar mı?
Hala kış uykularındalar.
Yediği kuru, içtiği duru.
Olmuş bedenleri kupkuru.
Bekleyip duruyorlar, İsrafil’in öttüreceği Sur’u.
Deprem, dünyayı sarı öküzün boynuzundan indirip, yeşil dövizin omuzuna bindirenlerin önleyeceği felaket değildir.