Eskiden şehrin merkezindeydim, Asi Nehri’ne çok yakındım. Yan tarafımda da kamyonların garajı uzanırdı kiremitli çatının altında. Şehirliler kadar köylüler de fokur fokur kaynardı içimde. Çocuklarını okula, askere uğurlayanlar mı dersiniz; çalışmak için başka şehirlere, hatta ülkelere gidenler mi… dolup taşardım. Ha, unutmadan söyleyeyim, sadece insanları yolculamazdım uzaklara; teneke teneke tuzlu yoğurtlar, bidon bidon zeytinyağları, kutu kutu salçalar, torba torba zahterler, kasa kasa mandalina ve portakallar da içimden geçip yola çıkardı. Başka şehirde okuyan Hataylı öğrencilere boşuna “koliyle beslenen, koloni halinde yaşayanlar” denmediğini, en iyi ben bilirim.
Beni yirmi yıl önce Kızıldağ tarafına taşıdılar. Şehirden uzak olduğum için önceleri şehirlerarası yolcular dışında bana uğrayan pek olmuyordu. Son yıllarda şehir hızla benden tarafa da büyüdü. Adliye binası, okullar çevre yoluna taşındı. Yolcu profilim de değişmeye başladı. Suriye’den savaş ve başka nedenlerle gelenlerin de kahrını çekiyorum on yıldır. Nelerle karşılaşmadım, kimlerle kaynaşmadım, çoğu kere de çatışmadım ki… Hani içimi deşseler, her taşımdan bir hayat fışkırır, öykü örgüleri içinize işler Göbeklitepe’dekiler gibi. Ha, “Niye Atçana’dakilerin suyu mu çıktı?” diyeceksiniz; onlar benim toprağımda zaten…
Bugün üç konuğum var. Bekleme salonunda birbirinden habersiz oturuyorlar. Şu otobüs yazıhanelerinin tam karşısındaki bankta oturan ve önünde iki valizi olan başı açık ve kısa kollu, şık elbiseli kadın Ankaralıymış. Burada çalışan bir uzman çavuşla evliymiş. Gözlerinden okuduğuma göre, büyük umutlarla gelmiş buraya. Kentimin doğasına, insanına, kültürüne hayran olmuş. Eşine, buradan ev alıp yerleşmeyi önermiş. Kocasının ailesi baskın gelmiş. Onu elinden almışlar. O da, “Yüreği bende kalmayanla ne işim olabilir” demiş. Başkente dönmek için iki valizine doldurmuş eşyalarını, soluğu bende almış.
Telefonla konuşan siyah giysili kadın mı? İçlerinde biraz yaşlı olan o. Urfalı olduğunu söylüyor. Dokuz çocuk dünyaya getirdikten sonra kocası onun üzerine kuma getiriyor. O da bir gün kocasından habersiz bir ev tutuyor ve çocuklarıyla beraber oraya taşınıyor. Çocuklarının elinden iş geldiği için onlar, evin geçimini sağlamaya başlıyorlar. Söyle(n)diğine göre bugün Urfa’ya gidip oradaki yakınlarıyla görüşecekmiş. İsot ve başka ihtiyaçlarını alıp gelecekmiş.
Elindeki telefona bakan başı bağlı, siyah pantolon giyen kadın mı? O en gençleri. Böyle dediğime bakmayın. Beş çocuk annesiymiş. Suriyeliymiş. Eşi ve çocuklarıyla İskenderun’da yaşarken, kocasının şiddeti bedenini hamura çevirmiş. Dayanamayınca polise başvurmuş. Bir hafta kadar sığınma evinde kalmış. Akrabaları Erzurum’a yerleştiklerinden, onların yanına gitmek için bekleme salonumda soluğu almış.
En çok kadınların ve çocukların halleri duvarlarıma, tavanıma, tabanıma, kapıma ve camlarıma nakşolur. Bu nakışlarda aşk olur, eşk olur. Kavuşmalar kadar ayrılıklar da nakışlarıma renk verir. Renklerin her tonu, tonlarca lafın özüdür. Üç kadının bugünkü nakşıma verip gittikleri renk, ana acıma denk…
Depremden bu yana, doğanın sancısını anlayamayanların yüreklere sardıkları acılarla üç kadının nakışlarımdaki acılarının aynı damardan beslendiğini fark ettim. Kir…
Bir şeyi daha fark ettim. Bu kir, son olarak bende temizlenecektir.