Günümüzde kimi siyasetçilerin “barış süresi”, kimilerinin “Terörsüz Türkiye” dediği süreç tartışılırken ister istemez gündeme UKTH tartışması gelmektedir. Konuya sosyalizmin kurucularının düşünceleri bağlamında bakarsak:
Engels, kapitalizmin ve ulus-devletin tarihsel süreçte birlikte yükseldiğini savunur. Ona göre feodal toplumda yerellik ve hanedanlık ön plandayken, kapitalist üretim ilişkileri, ulusal pazarı yaratır. Bu da modern ulusların doğuşuna yol açar. Ulus, Engels açısından doğal değil, tarihsel bir yapıdır. Ekonomik altyapının (üretim tarzının) değişmesiyle birlikte şekillenir.
Engels, “Ulusların kapitalizmin şafağında doğdu” derken modern anlamda ulusların doğuşuna gönderme yapar. Yani ortak dil, kültür, ekonomi ve merkezi devlet etrafında şekillenen toplulukları kasteder.
Bu durumda bir ‘ulusun’ tarih öncesinden beri yani binlerce yıl aynı bölgede yaşaması onu ulus yapmıyor. Kapitalizmden önce uluslar yoktu, ancak kabilelerden, aşiretlerden bahsedilebilir. Zaten Marx ve Engels, ulusları hiçbir zaman sabit, kadim birer varlık olarak görmezler. Onlara göre uluslar, sınıf mücadelesiyle birlikte değişen tarihsel varlıklardır. Bu ifade, aynı zamanda milliyetçiliğin kapitalizmle olan bağını da işaret eder. Kapitalist üretim tarzı, hem ulus bilincini doğurur hem de onu kendi çıkarlarına göre biçimlendirir. Vladimir Lenin, bu hakkı sosyalist hareketin temel ilkelerinden biri olarak görmüştür. Ona göre, ezilen ulusların özgürce ayrılma hakkı, sosyalist demokrasinin vazgeçilmez bir parçasıdır.
Lenin, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” diyerek te emperyalist baskıya karşı çıkmıştır.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, sadece ayrılma değil, gönüllü birleşme temelinde bir birlik kurma özgürlüğünü de içerir.
Rosa Luxemburg, bu hakkı teorik olarak tanımakla birlikte, pratikte uygulanmasının emperyalizmin koşullarında zor olduğunu savunmuştur. Ona göre, “ayrılma hakkı bazen burjuva milliyetçiliğini güçlendirebilir ve işçi sınıfının birliğini zayıflatabilir.”
Günümüzde sosyalistler, bu hakkı Kürt halkı, Filistin, Tibet gibi ezilen ulusların mücadelesinde savunuyor. Ama bu, genellikle eleştirel ve koşulsuz bir dayanışma biçiminde ifade ediliyor: Ezilen ulusun ayrılma talebini mi yoksa sınıf mücadelesini mi ön planda tutma konusunda net değiller ve genelde ezilen ulusun taleplerini işçi sınıfı mücadelesinin önüne geçiriyorlar.
Bugünkü emperyalizm, yüzyıl önceki emperyalizmden çok daha yaygın hale gelmiştir. Onu ayakta tutan tekeller bütün ulusları sermaye aktarımı ve askeri bakımdan baskı altında tutmakta zaman zaman işgallere başvurmaktadır. Irak, Libya, Suriye, Filistin, Afganistan gibi ülkeler buna örnektir. Bugün Emperyalizm karşısında duracak bir sosyalist blokta yoktur.
Bu bakımdan bu gün yani emperyalizmin dünyayı ahtapot gibi sardığı günümüz koşullarında ulusların bağımsızlığı sadece görünüştedir. Yani Rosa Lüksemburg haklıdır.
Günümüzde işçi sınıfının önderlik etmediği hiçbir bağımsızlık hareketi başarıya ulaşamaz. Burjuva partiler arasında yapılan tüm görüşmeler son kertede burjuvalar arası çıkar görüşmeleridir.