Meral Tabakoğlu TOKSOY


Umut Hep Varolacak…

Meral Tabakoğlu TOKSOY


Özellikle son yıllarda ülke sorunlarıyla ağzımızın tadı iyice kaçmışken, doğal ve doğal olmayan afetler sinir sistemimizi ve dayanma gücümüzü sınıyor sanki. Birinin etkisinden sıyrılmaya çalışırken, peşi sıra gelen başka bir afetle baş etmeye çalışıyoruz. 

Yazın gelmesi çoğumuz için deniz, güneş, kum, yani tatil demekti. Ama artık yaz mevsimi, ‘yangın sezonu başladı’ anlamına geliyor.

Sıcakların başlamasıyla, yurdun farklı yerlerinde çıkan yangın haberlerini hepimiz kaygıyla izliyoruz. Geçen hafta Antakya’da çıkan ve 2500 kişinin tahliye edilmesine neden olan yangında 500 hektar ormanın yandığı açıklandı. Ardı arkası kesilmeyen yangınlar ve başka çeşitli nedenlerden dolayı ülkemiz çölleşmeye doğru giderken, bu yıl ciddi kuraklıkla karşı karşıya olduğumuz hepimizce malum. 

İyimser ve umutlu olmayı, umutlu yazılar yazmayı çok istememe rağmen, ülkenin gidişatı ve yaşanan bu olumsuzluklar yüzünden şimdilik bu mümkün görünmüyor.
Şimdilik…

Antakya’daki yangının üzerinden bir hafta geçmişken, yazı geçirdiğimiz Dörtyol’un Çökek yaylasında, evimize yakın bir yerde yangın çıktı. İlk defa (Son olmasını diliyorum.) bir yangına bu kadar yakındım. Turuncu bir duman, rüzgarın da etkisiyle hızla 250 metre kadar ötemizde ilerlerlerken, her an bize ulaşıp, içine alabileceği düşüncesi sağlıklı düşünmeme mani oluyordu. Rüzgarın bizden tarafa esmiyor olması o an için en büyük şansımızdı ama bizim şans olarak gördüğümüz, diğer taraftaki ağaçların, börtü böceğin şanssızlığıydı? İnsan ağzından çıkan kelimeden mesul ve ne kadar da bencilce bir ifade değil mi? şanslı olduğumuz…Önce ben… Önce biz… Muhtemelen insan odaklı çıkan bu yangınlarda bedeli daha çok doğaya ve içindeki canlılara ödetiyoruz. 
İnsan canı her şeyden önemli kabul ediyorum ama…

Apar topar komşunun çocuklarını da yanımıza alarak Dörtyol’a iniyoruz yol ana baba günü. Arazi araçları, itfaiye, jandarma büyük bir çaba içerisinde. Özerli mahallesinde oturan ablamın balkonu yazlık sinema salonu gibi ama izlediğimiz bir korku filmiydi. Bir süre sonra Karakese Mahallesinde, ormana yakın evler için, tedbiren boşaltma kararı alındığı camilerden anons edilmeye başlanıyor. Bu anonslar olayın boyutunu ve ciddiyetini bildiren, endişemizi arttıran bir durumdu. 

Uzun bir geceden sonra, yayla yolunun başlangıcı olan noktada polis ve jandarma konuşlanmış, yaylalar boşaltılmış ve yukarı çıkışlar yasaklanmıştı. Bölgenin yakınındaki okulda kriz masası oluşturulmuştu. Eşim yayla yolundaki yetkililerden bilgi almaya gidiyor. Özel araçlara izin verilmiyor ama yukarı çıkan görevlilerle gitmek için izin alıyor. Evimize ulaştığında, Tarsus Orman Müdürlüğünden sekiz kişilik bir ekibin, yangın arazözü ve su tanklarıyla orada olduklarını görüyor. Bütün gece, yangının evlere sıçrayıp genişlememesi için uğraştıklarını ve oldukça soğuk olan havada toprağın üzerinde uyuduklarını öğreniyor. Yukarıda, iyimser ve umutlu yazı yazamadığımı söylemiştim değil mi? Evet; umudumuzu kıran, güvenimizi baltalamakla kalmayıp, kökünden söken olaylar yaşıyor olabiliriz ama, kelle koltukta, canlarını hiçe sayan bu insanlar umudun, güzelliğin ta kendisi değil de nedir? Eşim bu özverili çalışmanın karşısında çok duygulanıyor ve onlar için ne yapabileceğini soruyor. Sadece çay istiyorlar…

Bu arada eşimle telefon trafiğimiz hiç bitmiyor. Sadece çay olmaz diyorum ve buzlukta olanları ve nasıl hazırlayacağını anlatıyorum. Yorgun ve uykusuz hallerini anlatırken hepimizin içi acıyor. Bu arada yangın da en azından o bölgede kontrol altına alınmış ve tehlike arz etmiyor. Eşim, banyo yapıp dinlenmeleri için eve çağırıyor.
Henüz yıkanmadan sedire uzandığı için, yerdeki kilimi üzerine sarıp yatan genç, sözüm sana: üstündeki kir ve is size ait değil meraklanma. Aksine, sizi o kire bulayan, sebep olan ellerin utancıdır o…

Elektrikler kesik. Eşim banyo sobasını yakıyor. Biz onlara onlar bize minnettar. Yıkanıp paklanıyorlar. O sırada elektrikler geliyor. Buradan yine başka bir göreve gidecekler. Makineye çamaşırlarını atıyorlar. Bütün yaşananları anbean eşimden öğreniyorum ve orada olup, katkı sunamadığıma hayıflanıyorum. Nöbetleşe uyuyorlar. Her şey yoluna girmiş, yangının tehlikesi minimuma inmiş, yataklarına uzanmışlarken, gelen telefonla Afrin’e gitmeleri gerektiğini öğreniyorlar. Gecenin bir yarısı uyumaya fırsat bulmadan yeni görevlerine giderlerken, bir gün bile sürmeyen tanışıklıktan, kırk yıllık dost gibi duygulu anlar yaşanıyor. Ekiptekilerin biri, şeflerine dönüp; “Oğuz abiyi de götürelim şef. Orada bize kim bakacak?” diye şakalaşıyorlar.

İki taraf da birbirine minnet duygularını iletip helalleşirken, bana da selamlarını göndermeyi ihmal etmiyorlar. Selamınızı aldım ve başımın üstüne koydum güzel insanlar. Yolunuz, bahtınız açık olsun. Telefonlarınızı bırakmışsınız bir gün mutlaka tanışmak kısmet olacak…