Muğla’nın Milas ilçesinin Çökertme beldesinden, Ören’i geçtiğinizde çam ormanının ortasında dar ama keyifli bir yolculuk başlıyor. Sağ tarafımız dik bir uçurumla denizle kucaklaşırken, sık çamlarla bezenmiş yamaçtan neredeyse denizi göremiyoruz. Ağaçların seyrek olduğu yerlerde mola verip manzarayı seyretmeyi de ihmal etmiyoruz. Bu bölgede yanmış alan görmediğimize sevinirken, yangınlara nasıl alıştığımızı ve bugüne dek çıktığımız hiçbir gezide bu kadar yanmış alan görmediğimizi üzülerek fark ediyoruz.
Bu keyifli yolda ilerlerken, ileride çeşme olduğunu gösteren levhaya gözüm takılıyor. Yol kenarlarında akan çeşme bulmak çok rastlanan bir şey değil artık. Üzerinden geçtiğimiz köprülerin altı kupkuru. O nedenle çeşmenin akıp akmadığını merak ediyorum.
Biraz ilerledikten sonra yolun ortasında kocaman bir çınar ağacı karşılıyor bizi. Öyle güzel bir ağaç ki durup fotoğrafını çekmeden, dokunmadan geçmek vefasızlık olurdu.
Hep görmek istediğimiz, gördüğümüzde ise koruyanlara minnet duyduğumuz bir görüntüydü. Yıllara meydan okuyan ağaç yolu ikiye bölmüş, iki yanından ayrılan yol hemen sonra tekrar birleşmişti. Sol tarafta da demir bir borudan sessizce akan su, hayvanların içmesi için yapılan havuza doluyordu.
Ben çınar ağacıyla fotoğraf çekilirken, yukarıdan iki kadının bize doğru geldiklerini görüyorum. Birbirimize yaklaşıp selamlaştıktan sonra havuz başında sohbete başlıyoruz. Hiç tanımadığım bu kadının gözlerindeki keder tebessüm etmeye çalışmasıyla daha da belirginleşiyordu sanki… Konuşacak, derdini dökecek birini aradığı her halinden belliydi ama konuştuklarını yarım yamalak anlıyordum. O tatlı, hatta eğlenceli ege şivesine neşeli konuşmalar yakışırdı ama onun anlatacakları hiç de öyle değildi…
O bana nereden gelip nereye gittiğimizi, çocuklarımı soruyor. Aynı soruyu ben de kendisine yönelttiğimde bir çırpıda cevaplıyor; iki kızım var ikisi de kaçtı. Bir oğlum vardı, onu da beş yıl önce vurdular… daha yirmi sekiz yaşındaydı…
Bir an ne diyeceğimi bilemiyorum. Gözleri doluyor, sesi titriyor. Elinden tutup gözlerine bakarken Allah sabrını versin diyebiliyorum. Yarası çok derin. Kelimeleri seçerek kullanıyorum. Sormaya çekinsem de o anlatmak istiyor ve başlıyor anlatmaya. Oğlunun dürüstlüğünü, iyiliğini, kendisine olan sevgisini… “Oğlum askerden geldikten bir süre sonra psikolojisi bozulmaya başladı ama kimseye zararı yoktu. Dağda bayırda dolaşıyor, bazen kendi kendine konuşuyordu. Bazen yüksek sesle de konuştuğu için kapı komşum jandarmaya şikayet etmiş. Geldiler oğlumu ters kelepçe götürdüler. ‘Ne gerek vardı ki ters kelepçeye…’ o günden sonra daha kötü oldu. Bana durmadan; anne, beni jandarmalar vuracak demeye başladı. Sonra bir gün gene jandarmalar geldi. Nereden bulmuşsa oğlumun elinde bir tüfek var. Havaya iki el ateş etti. Ben kimseye bir şey yapmadım. Benim hiçbir suçum yok gidin! diye bağırıyordu. O sırada silah sesi duydum. Sandım ki jandarma da havaya ateş ediyor. Nereden bilirdim oğluma ateş ettiklerini. Bilsem guzumun önüne durmam mı? Hemen kucağıma aldım ama ne fayda… hakkını helal et anne deyip gözlerini kapadı…”
O günden sonra köyün dışındaki bahçelerine yerleşmişler. Komşuların dedikodusunu duymak istemediğinden burada hayvanlarıyla vakit geçiriyormuş. Söylediğine göre köye de pek uğradıkları yokmuş artık.
Çınar ağacını soruyorum. “Ben 66 doğumluyum. Benim çocukluğumdan beri var bu ağaç. O zamanlar daha da heybetliydi.” diyerek, kırılan dallarını gösteriyor. İçi kovalan dallar yükünü kaldıramayıp kırılıp gitmiş ama gövde hala direniyordu. Tıpkı karşımda duran acılarla dolu bu kadın gibi…